Karlı bir kış günü… 1830’lu yıllar… Fransa’nın bir dağ köyündeki demirci dükkânından yanık bir et kokusu ve bir adamın korkunç çığlıkları yükseliyor. İnsan etine batırılan kızgın demirin çıkardığı cızırtıya 8-9 yaşlarındaki bir çocuk daha fazla dayanamayıp evine doğru koşmaya başlıyor. Kurban, kuduz bir kurt tarafından ısırılan bir adam. O çocuk ise Louis Pasteur’dü. Ateşle dağlama açık yaraların tedavisinde çok eskiden beri kullanılırdı. Ama bu defa yaralıya hiçbir faydası olmadı. Aynı köyden o kış, o adamla beraber 8 kişi, dünyada ise yüzlerce insan daha kuduzdan öldü.
O koşan çocuk evde babasına “İnsanlar neden kurtlar tarafından ısırılınca ölüyorlar?” diye sordu. Babası Napolyon’un eski çavuşlarındandı. Savaşlarda kurşunla ölen yüzlerce insan görmüştü ama insanların hastalıktan veya kurt-köpek ısırmasından neden öldüğüne dair hiçbir fikri yoktu. “Belki kurtların içine şeytan girmiştir.” diye cevap verdi. Bunu samimiyetle söylemişti. Aslında bu cevap o zamanlarda en önemli bilim adamlarının veya en pahalı doktorlarının da söyleyebileceği bir sözdü.
Mikroskopun icadının üzerinden (Robert Hook 1665) bir asırdan fazla bir zaman geçmişti. Fakat hastalık ve mikrop bağlantısı hakkında henüz hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Akşemseddin Hazretlerinden bu konuda bir nakil varsa da mikrop ve hastalık bağlantısını insanlığa gösteren ve ispat eden Pasteur olmuştur.
…
Louis Pasteur, 1822 yılında Fransa’nın Dole adlı küçük bir şehrinde doğdu. Orta öğretimden sonra Yüksek Öğretmen Okuluna girdi. Bu okulun giriş sınavında 15. olduğunu öğrenince, bir sene daha bekleyip tekrar sınava girdi ve 4. oldu, burada ağırlıklı olarak kimya okudu.
1847’de doktorasını tamamladı, 1848’de lise ve üniversitelerde kimya derslerine girdi. Pasteur, 26 yaşında Lille’de Fen Fakültesi dekanlığına getirildi.
Bir kimyacı olarak en çok merak ettiği konulardan biri mayalanma ve fermantasyon idi. Acaba nasıl oluyor da üzüm suyu sirkeye ve alkole dönüşüyordu? Süt niçin ekşiyip, bozuluyordu?..
…
Bir gün bir sanayici Pasteur’e gelerek fabrikasında bazı problemler olduğunu, bunları çözerse onun laboratuarına bağışta bulunacağını söyledi. Adam o günün şartlarında pancardan şeker elde ediyor, sonra da bundan alkol üretiyordu. Aynı zamanda üzümden de şarap üretiliyordu. Fakat elde edilen ürünler çabucak bozuluyor, fıçıların içlerinde bir takım gri renkli, yapışkan, fena kokulu maddeler ortaya çıkıyordu.
Pasteur hem bozuk fıçılardan, hem de taze hazırlanmış berrak sıvılardan örnekler alarak laboratuarına götürdü. Önce bozuk örneklerden bir damla alarak mikroskobunun altına koydu. Gördüğü şey binlerce titreşen, kıpırdayan siyah noktacıklardı. Sonra bir damla daha alıp onu berrak numunenin içine damlattı. Sonra da o örneği kuluçka makinesinin içine koyarak bir gece bekletti. Ertesi sabah ondan bir damla alarak mikroskobun altına koydu. Siyah noktacıklar çoğalmıştı, kıpır kıpır titreşiyorlardı. Aniden “canlı bunlar, canlı” diye bağırdı.
Kimyagerliğinin önünde artık yeni ve bakir bir saha açılmıştı; o artık dünyanın saygı duyduğu önemli bir bakteriyolog olacaktı.
…
Pasteur çalışmalarıyla sütün mayalanmasının, şekerin alkolleşmesinin değişik mikro organizmalarla olduğunu ispat etti. Hastalıklarla mikro organizmalar arasında bir bağlantı olduğunu gösterdi. İnsanlara faydalı ve zararlı mikro canlılar olduğunu söyledi. Sıvı gıda maddelerinin bozulmadan saklanabilmesi için bugün de kendi adıyla anılan “pastörizasyon” metodunu geliştirdi. Bu metoda göre başta süt olmak üzere çeşitli meyve suları, kısa bir süre yüksek ısıda tutulduktan sonra hızlı bir şekilde soğutulursa önemli ölçüde bakterilerden temizlenir. Bunlar kapalı kaplarda saklanmak şartıyla uzun süre kullanılabilir.
Fakat onun en büyük hizmeti hiç şüphesiz kuduz aşısını bulması ve kullanmasıdır. Daha sonra hayvanları kırıp geçiren şarbon ve tavuk kolerası için aşılar geliştirdi.
Mikroplarla uğraşırken birçok defa hastalandı ve bunlardan birisi oldukça ağır geçti ama o yılmadan çalışmalarına devam etti.
Mikrobik hastalıklar o yıllarda insanlar arasında da büyük kıyımlara sebeb oluyordu. Bizzat Pasteur ailesi de dört çocuğundan üçünü daha küçük yaşlarda mikrobik hastalıklar yüzünden kaybetmişti.
…
Yıl 1885… Bir gün J. Meister isimli bir çok yerinden kuduz bir köpek tarafından ısırılmış bir çocuk getirdiler. Pasteur’ün aşısı vardı ve hayvanlarda denemişti fakat insan üzerinde hiç kullanmamıştı, sonucun ne olacağını bilmiyordu. Dolayısıyla aileyi geri çevirdi. Fakat bir müddet sonra yanlarında iki tabiple tekrar geldiler. Doktorlar, nasılsa çocuğun öleceğini aşı kullanılırsa belki bir şansı olacağına Pasteur’ü ikna ettiler. Ve çocuk kurtuldu. Bu olay dünyada bir ilkti, hem Fransa’da hem de bütün dünyada büyük yankı uyandırdı.
…
Devlet eski bir kraliyet şatosunu düzenleyerek ona laboratuvar olarak tahsis etti, böylece bugünkü modern Pasteur Enstitüsünün temeli atılmış oldu.
Dünyanın dört bir yanından çeşitli devletler bu laboratuara yardımda bulundular. Abdülhamid Han dünyadaki gelişmeleri yakından takip ederdi. Hemen üç kişilik bir bilim heyetini 800 altın lira (veya daha fazla), bir liyakat madalyası ve çeşitli hediyelerle tebrik için oraya gönderdi. Pasteur, Sultan Abdülhamid’in kendisini İstanbul’a davetini ise yaşlılığını öne sürerek kabul etmedi. (Bazı kaynaklarda İstanbul’da çıkan bir salgında yardımcı olmak için geldiği de belirtiliyor.) Bunun üzerine hükümet, Rıfat Hüsameddin isminde genç bir tabip yüzbaşıyı bakteriyoloji alanında yetişmesi için Paris’e gönderdi. Bu zat daha sonra Rıfat Hüsameddin Paşa olarak Halkalı Yüksek Veterinerlik Okuluna müdür olarak atandı.
O sırada okulun özel bir öğrencisi vardı: Mehmed Akif… Akif, aslında mülkiyede gündüzlü okuyordu ve üçüncü sınıfa kadar gelmişti. Fakat babasının ani vefatı ve evlerinin yanması yüzünden okulunu yarım bırakarak yeni açılan bu veterinerlik okuluna yatılı olarak yazıldı, buradan mezun olanlara daha çok ihtiyaç vardı ve hemen resmi görevlere atanıyorlardı. Akif hem bu yeni mesleğini, hem Rıfat hocasını hem de onun vasıtasıyla tanıdığı Pasteur’ü çok sevdi. Zaman zaman Pasteur’ün fotoğrafına hayran hayran bakar, onun gayretlerini ve fedakârlıklarını, hem de onun itikad sahibi bir insan olduğunu arkadaşlarına anlatırdı. Akif bu okuldan 1893’de birincilikle mezun oldu ve 20 sene sürecek devlet hizmetine başladı.
…
Pasteur son derece mütevazi, sade ve gösterişi sevmeyen bir insandı. İnsanların kendisine saygı göstermesi tuhafına giderdi. Bir defasında Londra’da uluslar arası bir tıp kongresine davetliydi. Kürsüye doğru yürürken bütün salon onu ayakta alkışlamaya başladı. Kendisi ise durumun farkında değildi, kongre başkanına doğru “Galiba İngiltere veliaht prensi geliyor, keşke onu dışarıda bekleseydik” diye konuştu. Onun bu samimi sözleri salondaki herkesi duygulandırmıştı. Başkan ise “Hayır efendim, gelen ve alkışlanan sizsiniz” diye cevap verdi.
…
Pasteur, 28 Eylül 1895’de 73 yaşında iken yaptığı hizmetlerinden başka arkasında birçok kıymetli talebe bırakarak vefat etti. Kendisinden sonra Dr. Roux difteri serumunu, Dr. Yersin veba mikrobunu, Dr. Chantemesse ise kolera mikrobunu bularak hizmeti devam ettirdiler.