TR EN

Dil Seçin

Ara

Biyolojik Tehlike Ve Ahlâk

Hücre çalışmalarının tarihî seyri nasıldır? Bu çalışmalar sayesinde pek çok hastalığın tedavisi mümkün mü? Kopyalama nedir? İnsanın kopyalanması, yaratma anlamına gelir mi? Kök hücreyle tedavi nasıl oluyor? Kopyalamanın ne tür sakıncaları olabilir? Biyolojik tehlikenin boyutları nelerdir? Ahlâk ve İslâmî açıdan bu meseleye nasıl yaklaşılmalı?

 

Hücre çalışmalarının tarihî seyri

Bu konuda ilk bilgiler, herkesin bildiği Mendel kanunlarına kadar gitmektedir. Mendel, ilk olarak canlıların bazı özelliklerinin nesilden nesile, hücrelerin içindeki çekirdekler tarafından taşındığını iddia etmişti. Yani, insanın yapısını teşkil eden 100 trilyon hücrenin içindeki çekirdekler, insanın bütün özelliklerini taşıdığı biliniyordu. Aynı zamanda veraset özelliği de içermektedir. 1951 yılında, Crick ve Watson adında iki genç, çekirdeğin içindeki genetik bilgileri, yani irsiyet bilgilerini bularak buna “DNA molekülü” adını verdiler.

DNA molekülleri çok dar ama çok uzundur. Bu uzunluklarını telafi etmek için sarmal halde yaratılmıştır. Bunların aralarındaki bağlantıları teşkil eden (ip merdiven gibi) baz dediğimiz protein tabiatında bağlar vardır. Bunlara da genetik bilgiyi taşıyan harflerden ibaret gibi bakılabilir.

İnsanın yaratılış kitabında kullanılan dört tane harf vardır. Bunlar dört maddenin ilk harfleridir: Adenin, Timin, Citozin ve Guanin. A, T, C, ve G harfleri, bu sarmalların içerisinde çeşitli dizilişlere girmek suretiyle, (nasıl harfler çeşitli dizilişle kelime ve cümleleri teşkil ediyorsa) bilgi cümlelerini, yani genleri teşkil etmektedir. Bir DNA molekülünün içinde bu harflerden sayısız miktarda var; belirli şekillerde dizilerek, belirli bilgileri vermektedir. İşte, bu cümleler genlerdir.

Crick ve Watson, harflerin ne olduğunu tespit ettiler; ancak, o harflerin kaç tane olduğunu, kaç tane cümle ifade ettiklerini bilmiyorlardı. Amerika, İngiltere, Japonya, Almanya ve Fransa gibi belli başlı ülkelerin bilim adamları, 50 yıldan beri bu bilgileri arıyorlardı. Son on yılda bu çalışmalar daha da hızlandı. Bilgisayarın devreye girmesiyle, önce harfler, (2000 yılının Haziran ayında) daha sonra da bu harflerin kaç cümle oluşturduğu tesbit edildi. Nihayet, 2004 yılından itibaren cümlelerin de hangi mânâları ifade ettiği hakkında bilgi sahibi olmaya başladık.

 

Hastalıkların tedavisi açısından hücre çalışmaları

Baştan ifade etmek gerekirse, sadece genlerle ilgili olarak husule gelen hastalıkların sayısı bir elin parmakları kadar azdır. Bunlar, Hemofili, Akdeniz Anemisi, Hungtingon Koresi gibi hastalıklardır. Diyabet, kalp hastalıkları, Alzheimer, Parkinson ve kanserlerin genetikle ilgileri vardır; ancak bu ilgi, birçok genledir. O genler sadece bu hastalığa karşı yatkınlığı veriyor. Hastalığı tetikleyen dış faktörlerdir. Bir örnek vermek gerekirse, akciğer kanseri temayülü birçok insanda vardır. Ama akciğer kanserine daha çok sigara içenler ve pis havalarda yaşayanlar yakalanır. Akciğer yahut diğer kanserlerin ortadan kaldırılması sadece genlerle ilgili değildir. Diyabet sadece genlerle ilgili olarak tedavi edilmez. Tedavinin gerçekleşebilmesi, diyabet hastasının perhizine, kilosuna dikkat etmesine bağlıdır.

Ayrıca, günümüzde dünyayı tehdit eden AİDS, SARS gibi hastalıklar mikrobik hastalıklardır. Bunların genetikle doğrudan bir ilgisi yoktur. Alzheimer hastalığının bir tipi dışında diğer tiplerinin genetikle ilgisi yoktur. Mesela, ihtiyarlık bunamasının genetikle ilişkisi çok azdır. Genetik mühendisliğiyle hastalığı ortadan kaldırmanız mümkün değildir. Ancak, 5-6 hastalığın tedavisinde yararlı olabilir. Bunun anlamı şudur açıkçası: Dünyada ebedi yaşamak mümkün değil! “Her nefis ölümü tadacaktır.”

Bilimsel verilere göre, hücrelerin bölünmesi ve yenilenmesi belirli bir süre devam ediyor. İnsanların DNA sistemlerinde hücrenin çoğalmasını temin eden telomer denilen bir ek vardır. O telomer, beyin ve kalp hücresi dışında bütün hücreleri 200 defa yeniler. Cildimizi her yıkayışımızda bir çok hücre dökülür ve yerine yenileri gelir. O telomer her bölünmede biraz daha kısalmaktadır. İnsan 90-100 yaşına geldiği zaman sıfırlanır, ondan sonra artık DNA sistemi bölünemez. Bölünemeyince hücre yenilenemez ve hiçbir hastalığınız olmadan vücut solup gider. Hayatı ilelebet uzatmak mümkün değildir dolayısıyla. Nitekim, yaşlanmış bir insanın gözlerinin feri kaçmış, yüzü mumyalaşmıştır. Yavaş yavaş mum gibi erimeye başlamıştır. Bu aşamadan sonra ne kadar tedavi edilirse edilsin, ömür biter. İnsanların çoğunun yüz yaşına gelmeden ölmeleri, bunun en iyi göstergesidir.

Sonuç olarak, sadece genlere bağlı olarak tedavi yapabilmek, hele hele bu çalışmalar sayesinde ölüme çare bulmak gibi ütopik hayaller asla gerçeği yansıtmamaktadır.

 

Kopyalama nedir?

Her insanın hayatının başlangıcı olan tek hücrenin yarısı anadan yarısı da babadan geliyor; döllenmiş bir hücre oluyor. O hücre sonra, devamlı çoğalarak 16 hücreye bölünüyor. Bütün bu hücreler birbirinin tıpatıp aynıdır. Yani en ufak bir farkları yok, ne yapıları, ne görünüşleri, ne de içindeki bilgiler birbirinden farklıdır; hepsi birbirinin aynıdır. İlahi Kudret’in bir tecellisi olarak, birden bire o gebelik başladıktan sonra hücrelerin içinde bir telaş başlıyor. Sabit olan hücreler hareket haline geçmeye başlıyor, kimileri yukarı çıkıyor, kimileri yanlara göç ediyor. Bir bakıyorsunuz yukarıya çıkanlar beyni, gözleri, kaşları oluşturuyor; aşağı gidenler bacakları, mideyi oluşturuyor. Hangi kudret, hangi bilgi aynı olan bu hücrelerin bir kısmına beyni, bir kısmına gözleri ve bir kısmına da ayakları yaptırıyor? Bütün bunlar İlahi Kudretin tecellisinden başka bir şey değildir.

İlk hücrede bir insanın bütün özelliklerinin şifrelenmesi, anneden ve babadan gelen 23’şer kromozomla mümkün oluyor. Yani ilk hücrenin çekirdeğinin içinde yer alan kromozomlar insanın programı niteliğinde. Çocuğun anneye benzeyen tarafları ve babaya benzeyen tarafları var. İşte kopyalama, o ilk hücrenin çekirdeğinin yerine, başka birisinin hücresinden alınan çekirdeğinin yerleştirilmesi mantığı ile yapılıyor. Bu hücre çoğaldığı zaman çekirdek kime aitse onun özelliklerini taşıyan bir canlı oluşmaya başlıyor.

Kopyalama önce bir koyun üzerinde gerçekleşmişti. 1997’de İskoçya’da dişi bir koyundan alınan yumurtacık hücresi içerisine, kopyalanmak istenilen koyunun bir hücresinin çekirdeği yerleştirilmiştir. Daha sonra dişi koyunun karnına yerleştirilerek normal gebelikte olduğu gibi yavrunun büyümesi sağlanıyor. Bu şekilde yapılan çalışmalardan sonra doğan kuzu, yumurtacığı veren koyunun değil, çekirdeği veren koyunun tıpatıp kopyası oluyor. İşte Dolly, ilk olarak böyle üretilmiştir.

Ayrıca kopyalama işi, fevkalâde zordur. Mesela, Dolly’nin doğabilmesi için 277 teşebbüs yapılmıştır. Yani 277 hücrede çekirdek değiştirilmiş, bunlar çoğaltılmış, 277 annenin rahmine yerleştirilmiş ve bunlardan sadece birinden yavru elde edilmiştir. Demek ki her kopyadan da bir ürün çıkmıyor. Çok zor bir işlem, çok zor tutuyor. Dolly’de 277 işlemde 29 gebelik sağlanmıştı. Bunlardan sadece birisi doğmuştur. Diğerleri, düşükle neticelenmiştir.

 

Kopyalama, yaratma anlamına gelir mi?

Hayvan klonlama olayı rutin olarak başarıyla yapılsa dahi bu kopyalama olayında canlının yeniden yaratılması değil, yalnızca çoğalma yönteminin değişmesi söz konusudur. Bir organizmadan diğerine sadece çekirdek transferinin yapıldığı bir olayı “yaratma” olarak anlamak çok komiktir. Bir evden diğerine ev eşyası taşıyan nakliyecilere evi yapan mühendis veya evin sahibi denilemeyeceği gibi, gen transferi yapan uzmana da yaratıcı denilemez. Veya bir CD’den diğer boş bir CD’ye kayıt yapan kişi nasıl ki bilgisayarı ve içindeki programı yaptığını iddia edemez, aynen onun gibi bir atomu dahi yapmaktan aciz bir uzman da canlı yarattığı iddiasında bulunamaz. Klonlama veya kopyalama olayı, Allah’ın (cc) yarattığı hücre, DNA, gen vs.’yi kullanarak ve yine yaratılış kanunları içinde kalınarak yapılan, ancak normal çoğalma yöntemine bir müdahale ve normalden sapmayı inceleme çabasıdır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, Allah’ın yaratmasında birtakım hususiyetler söz konusudur. Onunla boy ölçüşmek cür’etini gösteren insanın, evvelâ, hem varlığı, hem de bütün güç ve özelliklerinin kendinden, kendine mahsus, ezelî ve ebedî olması gerekir. İkincisi, o insan, yarattığını var olanlardan değil (çünkü var olanın fizikî, biyolojik, kimyevî... yapısını değiştirmek yaratmak değildir) yoktan yaratması gerekir. Üçüncüsü, yarattıklarında bir hikmet, düzen ve istikrar bulunması gerekir. Bunlar yoksa yapılan, yaratma değil, sadece hırsızlık ve kopyadır.

 

Medya neden abartıyor?

Bunu sadece medya olarak değil de, bir kesim olarak ifade etmek daha doğru olur. Allah’a, dine, madde ötesine inanmayan veya inancı gevşek olan bir kısım insanlar, devamlı bir bekleyiş içinde oluyorlar ve Auguste Comte’un yıllarca önce ileri sürdüğü kehanetinin; yani dinin yerini bilimin alacağı günün gelmesini bekliyorlar. İlim adamları bir buluş yaptıklarında veya bilim ile teknolojinin elele vererek insanın aya ayak basması gibi bir olayı gerçekleştirdiğinde heyecana kapılıyor ve “Acaba o gün geldi mi, artık dinden kurtulmanın kesin bir kanıtını bulduk mu?” diye sormaya, bazıları da “Bulduk, bulduk!” diye çığlıklar atmaya başlıyorlar. Genetik biliminde yaşanan son gelişmeler sonucunda da, buna benzer psikolojik haller ve heyecanlar yaşanıyor. Medyada yazılan çizilen abartılı haberler de bu psikolojinin bir yansıması oluyor.

 

İnsan kopyalamanın sakıncaları

En başta, insan kopyalaması sanıldığı ya da iddia edildiği gibi, biyoteknik açıdan dahi pürüzsüz ve sorunsuzca içinden çıkılabilecek bir iş değildir. Dolly’den ve başka kopyalardan ortaya çıkan gerçek şu ki, kopyalama sûretiyle üretilen yavrularda doğuştan birtakım bozukluklar meydana gelmektedir. Söz gelimi, karaciğeri büyük olur, kalbi delik olur, beyni problemli olur, kısacası sakatlıklar olur; nitekim hayvan kopyalamada bunların olduğu görülmüştür. Normal yollardan doğan bir bebekte bozukluk oranı %2-3; sağlıklı doğum oranı ise %97-98’dir. Buna karşılık, hayvanlarda yapılan kopyalama çalışmalarında bozukluk oranı, %50’den fazla olmaktadır. Bunun insana tatbik edildiğini düşündüğümüzde, kopya yapılacak olan insanın %50’sinin bile bile sakat çocuk olmasına göz yumulmuş olacağını söyleyebiliriz. İşte bu nedenle, birçok ülkede insan kopyalanmasını reddeden kanunlar çıkartılmıştır.

Tıbbî açıdan bir diğer sakınca, kopyalama yapıldığı zaman meselâ 50 yaşında bir insanın kopyası yapıldığı zaman, yeni doğan bebeğin şekli bebek görünümünde olsa bile, hücre yaşı 50 olmak zorundadır. Eğer o insanın ömrü 60-70 seneyse, ondan kopyalanan bebek 10-15 yaşlarında ölecektir. Nitekim, İskoçya’da kopyalanan Dolly adlı koyun, annesinden evvel ölmüştür.

Dünyada henüz gerçekleşmemiş bu menhus fikrin sakıncaları kuşkusuz bunlarla sınırlı değildir. İnsan kopyalanması meselesi, hukuk alanından ahlâka, din alanından tabiata kadar pek çok alanda pek çok problemi beraberinde getirir. Zira, İslâm’ın kutsal saydığı aile kurumuna zarar verecek, özel hayatın gizliliği ilkesi ihlal edilecek, Allah’ın yarattığı biyolojik çeşitliliğe ve tabiattaki dengeye müdahale olacak, İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu nesep meselesine zarar verecektir.

Söz gelimi, bir insanın kopyası, o insanın çocuğu mu, kardeşi mi, ikizi mi, yoksa kendisi gibi anne babasının çocuğu mu sayılacaktır? Bir kopyanın yasalar önündeki hukuki hakları ne olacaktır? Bunları net bir şekilde tespit edebilmenin imkânı yoktur. Veya, insanın kendi bulaşık eliyle yapacağı bu müdahale, Rabbin her insanı kendine özgü hususiyetleriyle yarattığı göz önüne alındığında, başka bir insanın kopyası olacak bir insan müsveddesi olmayacak mıdır? İnsanoğlu, ileriki yıllarda böyle bir kopyanın feryadına ne cevap verecektir? Her zaman yaptığı gibi Yaratıcı’yı suçlayarak bu işin içinden çıkabilecek midir? Böyle bir kopya, yaşayan insanların bencilliğinin somutlaşmış bir anıtı anlamına gelmeyecek midir?

 

Biyolojik tehlike ve ahlâk

Biyolojik tehlike, sadece kopyalama hadisesiyle sınırlı değildir. Son yıllarda biyoteknolojik imkânların artışıyla, insan üreme süreçleri üzerinde de ciddi tehlike ve riskler ortaya çıktı. Ahlâkî ve dinî kaygı taşımayan gerek bilim çevresi gerek onların ürünlerinin alıcısı durumunda olan zengin toplum kesimleri, insanın geleneksel üreme süreçlerini kökünden değiştirecek girişimlere imza atıyorlar. İngiltere’de yaşayan Pakistan kökenli Ahmet Enis’e göre, şu anda bir çocuğun doğumunda teknik olarak beş ayrı şahsın ilgisi bulunabilir. Çocuk sahibi olmak isteyen anne ve baba, kendilerinden sperm ve yumurta alınan başka bir erkek ve bir kadın, ve son olarak, doğumu gerçekleştiren bir kiralık anne. “Tedavi” gibi herkesin saygı duyacağı bir kavramın arkasına sığınılarak yürütülen bu çalışmaların, en başta aile ve nesebin temizliği üzerinde ölümcül bir etkisi olacağı kesindir. Ahmet Enis’in “üreme genelevleri” olarak isimlendirdiği sperm bankaları, toplumu toptan “gayr-i meşru” ve “veled-i zina” konumuna düşürür. Halbuki insan şeref ve soyluluğu, nesebin temizliği ve belli oluşuyla doğrudan ilgilidir.

Bu biyoteknolojilerin sağlıyor göründüğü imkânların sadece “tedavi” maksatlı kullanılacağı da inandırıcı değildir. Bugün, şöhreti ve kariyeri yüzünden çocuk doğurmak istemeyen kadınların sayısı hiç de az değildir. Bilim, ticaret ve toplumsal talep arasındaki ilişkiyi göz önüne aldığımızda, bu kadınların kendi bedenlerini yıpratmamak için en azından kiralık anne kullanımına yöneleceğini öngörmek bir kehanet sayılmaz. Peki bu kiralık anneler, çocuğu doğurdukları zaman vermek istemezlerse ne olacak? Bu işin ticarî anlaşması hangi esaslara göre yapılacak? Nasıl bir hukukî zemin oluşturulacak? Nitekim, ABD’de Mary Beth Whitehead adlı bir kiralık anne, yeni doğan çocuğu para karşılığı anlaşma yaptığı kişilere vermek istememişti. New Jersey’de uzayan mahkeme sonucunda, çocuk biyolojik babaya verilirken, Bayan Whitehead çocuğu ziyaret etme haklarına sahip olmuştu.

Nereden bakarsanız bakın, bilimin ticarileştiği günümüz dünyasında, insanın kendi bedeni ve üreme hücrelerinin bir ticaret malı haline gelmesi ve getirilmesi, ne ahlâka ne hukuka sığar. Neticesi baştan öngörülemeyen pek çok soruna yol açar. Aileyi ve toplumu büyük acılara sürükler.

Bu tabloya göre İslâm’ın din, can, akıl, nesil ve malı koruma altına aldığını ilân etmesinin ne kadar doğru olduğu görülebilir. Hakikaten her emrinde ayrı hikmetler taşıyan güzel dinimiz, insan fıtratını muhafaza konusunda (ister sebep, ister netice açısından olsun) onu bozabilecek her türlü değişiklikten uzak tutma hususunda son derece hassastır. Bunun aleyhine olabilecek girişimlere en başta Müslümanların direnç göstermesi beklenir. Bir şeyin sadece uygulanabilir olması, o şeyi meşru kılmaya yetmez. “Mümkün dairesi” her zaman kendisinden daha dar olan “meşru dairesi”nin sınırları içinde tutulmalıdır.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, bilimsel yeniliklere yaklaşımın, İslâmî bir bakış açısıyla temellendirilmesi gerekir. Bu tür konulara yaklaşılırken imanî bir bakışa sahip olunmalı, bu konular İslam ve ilkeleri ile çelişecek biçimde sunulmamalı ve herhangi bir yargıda bulunmadan önce kamuoyu bilinçlendirmelidir. Bütün bunlar Yüce Allah’ın “Onlara, güven ve korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Halbuki onu Peygambere ve aralarındaki yetkili kişilere götürselerdi, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Eğer size Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.” mealindeki sözüne uymanın da bir gereğidir.

Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış, en büyük saygınlığı vermiş “insanı en şerefli kılmış, onların karada ve denizde gezmelerini sağlamış, temiz şeylerle onları rızıklandırmış ve onları yarattıklarının bir çoğundan üstün kılmıştır.” Onu akılla süslemiş, yükümlülüğüne muhatap kabul etmekle onurlandırmış, yeryüzünde ona kendi adına yönetme ve imar yetkisi (hilafet) vermiştir. Bunlar üzerinde düşünmeye ve şükretmeye değmez mi?

 

 

KÖK HÜCREYLE TEDAVİ

Kök hücreler “embriyonik” ve “somatik” olmak üzere iki çeşittir. Embriyonik kök hücre, herhangi bir organdan alınan hücrenin gönüllü bir kadından alınıp içi boşaltılan yumurtanın içine konulmasıyla elde ediliyor. Bu embriyonal hücre, rahimde değil, laboratuvarda çoğaltılıyor. Elde edilen hücreler hangi organa yerleştirilirse o hücreye dönüşebiliyor. Ancak bazen bir hastaya uyacak embriyon yapısını bulmak için çok sayıda embriyonun kök hücreye çevrilmesi gerekiyor.

Somatik kök hücreler ise yetişkinlerin kan ve kemik iliğinde bulunuyor. Ancak sayıları çok daha az. Bu hücreler de hastalığın bulunduğu organa enjekte edilerek tedavide kullanılıyor.

Güney Koreli uzmanların insan embriyonu klonlamasıyla doruğuna varan kök hücre çalışmaları yaklaşık kırk yıl önce başlamış, 2005 yılında Britanyalı ve İtalyan bilim adamları, embriyonik kök hücrelerinden sinir hücresi üreterek alzheimer ve parkinson hastalıklarının tedavisinde kullanmışlar. Bütün bu gelişmelere rağmen bir yandan çalışmalar, diğer yandan din, ahlak ve hukuk açısından tartışmalar devam ediyor.

Üretme ve tedavi için kullanma konusuna olumlu bakanlardan Ankara Ün. Tıp Fak. Kemik İliği Transplantasyonu Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Taner Demirer’in görüş ve değerlendirmesi şöyle:

“Türkiye’de embriyonik kök hücre çalışması yapılmıyor ama bazı üniversitelerde bireysel çalışmalar var. Çalışmaları durdurmak doğru değil. Elde edilen embriyonik kök hücreler normal embriyon özelliği taşımıyor, anne karnındaki ceninlerin hayatına son verilmesi gibi bir durum söz konusu değil. Parkinson, böbrek, karaciğer, kalp yetmezliği gibi rahatsızlığı bulunan hastalardan alınacak herhangi bir hücre çekirdeği bir kadından gönüllü alınacak yumurta içine yerleştirilmesiyle laboratuvar ortamında embriyon elde ediliyor ve ‘kişiye özel, özdeş hücreler’ üretiliyor. Bu hücrelerin hasta organa verilmesiyle organın güçlendirilmesi sağlanır. Ama eğer bu hücrenin yerleştirildiği yumurtayı alıp rahme koyarsanız klonlama olur. Bunu desteklemiyoruz. Laboratuvar ortamında araştırma maksatlı yapılan embriyonik kök hücre çalışmalarının ise sakıncası yoktur. Parkinson, MS, karaciğer, böbrek, beyin felci, kalp yetmezliği gibi hastalıkların tedavisinde, bu organlardaki hücreler kendine özdeş hücre istiyor. Bu çalışmalar sayesinde organların güçlendirilmesinin yanı sıra zamanla yeni organlar da üretilecek.”

Bu bilgiler çerçevesinde kök hücre meselesine dinin ne diyeceği konusuna gelelim:

Buna benzer meseleler tüp bebek uygulamasında ortaya çıkmıştı. Yumurta ile spermin nikâhlı karı kocaya ait olması şartıyla tüp bebek uygulamasının caiz olduğu İslam alimleri arasında—bazı itirazlara rağmen—genel kabul gördü. Bu uygulamada önemli bir mesele de “birden fazla yumurtanın aşılanması ve birden fazla embriyo oluşturulması, sonra bunlardan bir kısmının imha edilmesi, sağlam ve canlı olanların rahime yerleştirilmesi” idi; yani “henüz rahime yerleştirilmemiş embriyonun cenin sayılıp sayılmayacağı, imha edilmesinin caiz olup olmadığı” sorusu ortaya çıkmıştı. Bu soruya benim verdiğim cevap şudur: Aşılanmış yumurta rahime yerleşip cidara tutunarak beslenmeye başlayınca, müdahale edilmediği takdirde gelişir ve insan olarak doğar. İşte bunun—ki, bu cenindir—imha edilmesi (alınması, kürtaj yapılması, düşürülmesi...) caiz değildir. Rahime yerleştirilmemiş embriyo ise kendi haline bırakıldığı takdirde gelişip insan olarak doğmaz; bu sebeple buna insan olarak bakmamak gerekir ve imha edilebilir.

Somatik kök hücrenin tedavide kullanılmasında zaten bir sakınca yoktur.

Embriyonik kök hücreye gelince bundan insan üretilmediğine göre—ki, bu caiz değildir—yumurtanın yabancıdan alınmasında bir sakınca olamaz; yabancıdan kan ve organ almaya benzer. Rahimde değil de laboratuvar ortamında bulunan kök hücreye insan demediğimize göre, ona bir organ gibi baktığımıza göre (çünkü bundan organ üretilecek veya mevcut bir organ tedavi edilecek) kök hücrenin tedavide kullanılması da caiz olacaktır, olması gerekir.

— Prof. Dr. HAYRETTİN KARAMAN (www.hayrettinkaraman.net)

 

 

KORKUNÇ SENARYO

Kopyalamanın yol açacağı gerçekten korkulacak senaryo, kök hücrelerin klonlanması veya klonlamanın hastalık tedavilerinde kullanılması değildir. Asıl sorun, genetik özellikleri belirlenip bazı yönlerden ön plana çıkarılmış yumurta ve spermin döllenip yeni bireyler oluşumuna izin verilip verilmeyeceğidir.

Alman Nazi ideologlarından sayılan Francis Galton’ın 19. yüzyıl sonunda olgunlaştırdığı, kötü genlerin ayıklanmasıyla toplumun daha nitelikli bireylerden oluşturulabileceğine ilişkin tezini hatırlatan bu korkunç senaryo, literatürde “öjeni” yani soy arıtımı olarak bilinmektedir. Bu kavram, “doğuştan iyi oluş” ve “kalıtımsal soyluluk” gibi bir anlam yüküne sahiptir. Burada, hemen akla, arıtılmış ırklar ve toplulukların, daha alt düzey işleri yaptırmak üzere daha alt düzeyde tasarlanmış insan ya da “insansı”lara ihtiyaç duyacakları geliyor. Aldous Huxley’in 1930’larda yazdığı ve yakın zamanlarda bilim gündemini birdenbire fetheden “koyun kopyalama” deneyine değinen haberlerde sıkça gönderme yapılan, Brave New World (Cesur Yeni Dünya) romanı, tam da böylesi bir kötücül gelecek tasarımını ele alıyordu. Huxley, kitabında, Alfa, Beta, Gama, Delta ve Epsilon adlarıyla, kendi içinde genetik özdeşlerden oluşan beş farklı sınıfa bölünmüş bir toplum tablosu çizmişti. Özdeş vatandaşların üretildiği ve çoğaltılmış bebeklerin yetiştirme çiftliklerinde psikolojik koşullandırmaya tabi tutulduğu bu hayali süreç, yakın zamanlarda beyazperdeye yansıyan Island (Ada) filminin esin kaynağı idi. Bu filmde zengin ve ünlü insanlara hizmet etmek için kurulmuş bir yer altı örgütü, bu insanların kopyalarını üretiyor ve ihtiyaç olduğu anda bu kopyalar, zengin ve ünlü asılları için kesilip ihtiyaç duyulan organ tedarik ediliyordu.

Benzer kaygılar, ünlü Alman filozof Jürgen Habermas’ın İnsan Doğasının Geleceği adlı kitapta da dillendirilmektedir. Habermas, bu kitapta şu fikri öne sürer: “Günümüz toplumlarında, siyasal katılımcılıkta, insanlar kendi davranışlarından sorumludurlar. Karar alma mekanizmalarına özgür bir biçimde dahil oluyorlar. Gen müdahaleleri ile bu işin kökü kazınabilir. Demokratik özgürlükçü toplum idealinin ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu, günümüzün Batı toplumunun temel anlayışını zedeleyici bir durum. Bununla mücadele etmeliyiz.” Habermas, genlere müdahale edilerek ortaya çıkarılan “tasarlanmış, tasarım ürünü” insanlar oluşturacak yeni teknolojiler sayesinde “faşistlerin hayal bile edemeyeceği uysal nesiller yaratılabilir. Devletine itaat eden süper hizmetçiler ordusu oluşturulabilir, özgürlükçü, eşitlikçi toplum ideali bütünüyle yok olabilir” görüşünde.

Tüm bunları alt alta koyduğumuzda, insan kopyalamanın sağlayabileceği (!) muhtemel faydalardan çok daha büyük bir ihtimalle, arz üzerinde bozgunculuğun son aşamasını oluşturacağı ve insanın tabiat üzerinde yaptığı tahribattan sonra bu tahribatın boyutlarını kendi bedeni ve nesebi üzerine genişleteceği, genişletmiş olacağı düşünülebilir.

 

 

GENETİK KARTLAR

DNA adlı genetik kartları Cenab-ı Hak nasıl hayata intikal ettiriyor? Bu genetik kartları nasıl sergiliyor? Bunun üç tarzı var:

Bunlardan bir tanesi yumurta stilinde hayatını devam ettirmesidir. Yani genetik kartı canlı yumurta şeklinde bırakıyor, o kendi içerisinde şekilden şekle sokularak bir canlı meydana getiriliyor.

İkincisi, genetik kart toprakta açıyor. Bir meyvenin, bir sebzenin, bir çiçeğin genetik kartlarını düşünün, bir tohum diye attığımız bir hercai menekşenin, yaprağında birtakım şekiller vardır. Bu da envaî çeşit boyaların, renklerin mecmuasını temsil eder. O görüntü aslında toprağın içerisine atılan o menekşeye ait genetik kartın açılmasından ibarettir. Aslında o genetik kart, toprağın içerisinde açıl diye emredildiği için açılmıştır.

Üçüncüsü de hayvanın yumurtasındadır. Genetik karta, “Sen yumurta içinde açıl” diye emredildiği için açılmıştır. Birtakım canlıların ve bu arada insanın da genetik kartı anne rahminde açılıyor. Yani insanın yaratılması bir genetik kartın açılmasından ibarettir.

İnsan bir fabrikaya sokulup, envaî çeşit vidaları takılan bir makine değildir. Miniciğin de miniciği bir genetik kart, bir şifredir. Bu şifreyi Cenab-ı Hak insanların karnında açtırıyor. Bitkide de toprağın içerisinde açıyor. Şimdi bunları topluca düşündüğünüz zaman, insanoğlunun genetik kartını Cenab-ı Hak illâ annenin karnında açarım diye bir değişmez biyolojik yasa koymuş değildir. Bu genetik kartı açmasını bilirsen açabilirsin. İşte şimdi insanlar uğraşıyor. Yok tüp bebekten geçelim de, yok kavanozda bebek yapalım da diye. Şu halde bilimler, bu genetik kartın insan haline nasıl gelebildiğini bildiği için, niye sadece annede olsun ki diyorlar.

Halbuki Cenab-ı Hakk’ın, genetik kartı anne karnında geliştirmesinin özel bir hikmeti var. Nedir bu özel hikmet? Şefkati ve sevgiyi tanıtmak içindir. Anne ile evlât arasındaki o yakınlığı, eşler arasındaki o sevgiyi zenginleştirmek için genetik karta böyle bir macera vermiştir. Yoksa Cenab-ı Hak muhtaç değildir.”

— Onk. Dr. Halûk Nurbaki