TR EN

Dil Seçin

Ara

Hoşlaşmadığım Laflar

Bilerek ya da bilmeyerek söz arasında kullandığımız öyle laflar vardır ki, onlardan birisini duymak, bu Hüdai kardeşinizi, aksi bir kedi gibi ense tüylerine kadar ürpertir. Bu ayki faslımızda işte bu hoşlaşmadığım laflardan dem vuracağım. Alışkanlık ile ağzına bu lafları sakız edenlerin bir miktar gocunmasına da aldırmayacağım.

 

 

“KENDİ DÜŞEN AĞLAMAZ”

İşte o fena laflardan bir tanesi budur.

Ağlar efendiler ağlar! Kendi düşen ağlar. Hem de ne ağlamak! Feryat ede ede, hönküre hönküre, yüzün gözün tırmaklaya tırmaklaya ağlar kendi düşen.

Herifçioğlu ikaz dinlemez, ders almaz, “yapma”dan, “etme”den, yalvar yakardan tınmaz, nasihata kulak vermez de bir zarara düşer ise, ona her şeyden önce oturup ağlamak düşmez mi?

“Zarara bilerek girene merhamet edilmez” kaidesince, kendi düşenin haline, kimsecikler ağlamaz. Kendi düşen, kendi haline kendi ağlar!

“Ne edelim, kendi düşen ağlamaz” deyip, düştüğü çamuru misk ü amberdir diye yüzüne gözüne sürenlerin aklı, akıl mıdır?

Kendi düşen, ağlamıyorsa, düştüğünün farkına varamamış demektir. Oysa ağlamalı! En çok, kendi düşen ağlamalı!

Hem ağlamalı, hem de Rabbisine yalvarıp yakarmalı ki, “Ey kendi nefsine zulmeden kullarım! Rahmetimden ümit kesmeyin” emreden Rab Teâlâ, o kimseyi düştüğü yerden kaldıracak bir sebep yaratıp göndersin inşaallah.

 

 

“ERKEĞİN KALBİNE GİDEN YOL MİDESİNDEN GEÇER”

Ayıptır, yazıktır, günahtır!

Erkek milletini aşağılayan lafların en birincisi de budur.

Efendim, Cenab-ı Hak, vücud makinesini ne şekilde yaratmış bellidir. Ağızdan içeriye girmek saadetine nail olan nimet, orda öğütüle öğütüle mideye kadar gider. Midede kışrı ile lübbü—bir kez daha—birbinden ayrılır ve faidelisi tutulup, faidesizi en kestirme yoldan dışarıya atılır.

İmdi bu sözü ağızlarına pelesenk edenler, iş bu mideden kalbe giden hangi yol var imiş, göstersinler!

“Canım kalpten kasıt, bir et parçası değildir. Sevmek mahallidir” der, kendilerini savunmaya kalkar iseler, o daha büyük hezeyandır!

Zira, çiçeği sevmek, böceği sevmek, insanı sevmek, anayı babayı sevmek, evladı, yârı yârânı sevmek, Kitabı, Peygamberi sevmek ve dahi Allah’ı sevmek mahalli olan kalbe, bir zeytinyağlı dolmaya ram olmak yaraşır mı?

Sırf, iyicene terbiye edilmiş diye, bir tas çorbanın ardına düşen kalp, aslında nerelere düşmüştür?

Bir er kişi, kalbini bir tepsi künefeye satar mı? Sevmek bu kadar ucuz mudur?

Hem, “Erkeğin kalbine giden yol, midesinden geçer imiş” diye, kendilerini mutfaklara gömen hatun kısmısı, ne büyük bir aldanış içindedir. Onlara da, yazıktır!

“Dolma saracağım, börek açacağım, yahni pişireceğim …” diye sabahından akşamına kadar mutfak tezgahının üzerinde inim inim inleyen taife-i nisaya merhamet ediniz. Muhabbetinize, yemek-içmek gibi dünyevî lezzetler ile kota koymayınız.

Mübarek Aişe annemizin naklettiğine göre, önüne konan hiçbir yemeğe karşı beğenmemezlik etmeyen Resul-i Ekrem Efendimiz’i (asm), bu meselede de rehber etmekliğimiz gerektir.

Hem, herbir nimeti, Rezzakımızın bir lütfu bildikten sonra, “sirke ne güzel katıktır!”

Hem, iki gönül bir olursa, tarhana çorbasından âlâ çorba, makarnadan leziz yemek, kimin aklına gelir.

Ancaaak, üzerine ceviz yağı gezdirilmiş, Çerkez tavuğu için, bir miktar ekistra muhabbet etmenin, zararı yoktur kanaatindeyim.

 

 

“SABAHIN KÖRÜ”

Hoşlaşmadığım lafların en fenası budur. Bir kere, “sabahın körü” diyen, asıl kendi körlüğünü ilan etmektedir.

Gecenin karanlığından, sabaha çıkarılırken, gökyüzünü seyreylemeyecek kadar gafil bir insan var mıdır?

Her sabah, mucizelerin en büyüğünü bize yaşatan Allah, Kelâm-ı Kadim’inde “nefes alan sabahlara” yemin etmez mi?

Daha gün ağarmadan, yuvalarında uyanan serçe kuşlarının cıvıldaşması gibi, kişioğluna neşve ile o taze sabah havasını içine çekip, “Bana yeni bir gün daha bahşeden Allah’a, hamd ü senalar olsun” demek gerekmez mi?

“Her yeni gün, herkese bir yeni âlemin kapısı” değil midir?

Güneşin, ufukta ağır ağır belirmeye başladığı, gökyüzünün pembesi, erguvanisi ile renkten renge büründüğü o ter ü taze vakitler için—tövbe hâşâ—“sabahın körü” demek, en hafifinden ayıp değil midir?

Ey azizler, gün doğdu mu, her şey yeniden doğar. Renkler yeniden doğar. Kuş sesleri yeniden doğar. İnsanlar uykularından uyanırlar, onlar dahi sanki yeniden doğarlar.

Hülasa, “sabahın körü” diyenler, hakikatte, “sabah”ın körüdürler. Böyle bir nimet körlüğünden, Allah’a sığınırız.

 

 

“KENDİNE İYİ BAK!”

Alın size bir nahoş laf daha! “Kendine iyi bak!” Ya başkalarına? Onlara nasıl bakarsan bak. İster yan bak, ister düz bak. Amma kendine iyi bak!

Peki nasıl olacak bu iş?

Geçeceğiz aynanın karşısına kendimize iyice bakacağız öyle mi?

“Yok öyle değil, sözde mecaz vardır. Yağ ile, bal ile, kaymak ile beslenip; terli terli su içmeyerek, öksürenin aksıranın yamacına ilişmeyerek…”

Oldu mu ya!?

Her an vücudumuzda olup biten sayısız hayatî faaliyet varken, insanın kendisine ne kadar iyi bakabileceği ortadadır.

Damarlarımızda akıp giden alvuyarlara da bakacak mıyız?

Beynimizdeki nöronlara peki?

Böbreklerimize, karaciğerimize, ince bağırsaklarımıza?..

Nasıl bakacağız, hücrelerimizdeki golgi cisimcikleri ile endoplazmikretukulum’lara?..

Efendiler, biz kendimize iyi bakamayız. Bize Allah bakar. Öyleyse, “Kendine iyi bak!” gibi kuru bir laf-ü güzafı boşveriniz de, birbirinizi Allah’a ısmarlayınız. Çünkü “O ne güzel vekildir.”

Hadi, Allah’a ısmarladık...