TR EN

Dil Seçin

Ara

Hikmete Uyum Göstermek

Hikmete Uyum Göstermek

Hikmet ve kudret hem dünyada hem de ahirette birlikte tecelli ederler. Yani, Allah’ın kudretiyle yaratılan her şey hikmet üzere yaratılır.

 

HİKMET ve kudret hem dünyada hem de ahirette birlikte tecelli ederler. Yani, Allah’ın kudretiyle yaratılan her şey hikmet üzere yaratılır.

Bununla birlikte, dünyada hikmet daha çok nazara çarpar, ahirette ise kudretin azameti ön plana çıkar.

Bir örnek verelim:

Yıldızlar da güzeldir, çiçekler de. Ancak, yıldızları seyrettiğimizde güzellikten çok haşmet ve azamet manaları kalbimize hâkim olur. Çiçekleri seyrettiğimizde ise onlardaki cemal tecellilerine hayran oluruz.

Bir çiçek de ancak sonsuz bir kudretle yaratılır, ama ona baktığımızda nazarımıza güzellik manası daha çok çarpar.

Bu dünyada, terbiye fiilinin nice farklı ve birbirinden güzel icraatları çokça görüldüğünden, Kur’an’ın özeti olan Fatiha Suresinde, Rabbü’l-âlemîn ismi öncelikle ve özellikle nazara verilir.

Rab; terbiye eden, kademeli olarak kemale erdiren manasına gelir. Bu ise kudretten çok, hikmeti hatıra getirir.

Çekirdek bir terbiyeden geçiyor ve bütün ağacın programını taşıyan bir mahiyet kazanıyor.

Sonra o çekirdek Fettah ismiyle yarılıp açılıyor ve ondan kademeli olarak, bir ağaç yaratılıyor.

Dünün çekirdeğinin bugün muhteşem bir ağaç olması ve dallarında yüzlerce meyve beslemesi, terbiye fiilinin bir neticesi ve Rab isminin bir tecellisidir.

Aynı şekilde, dünün yumurtasının bu gün, “gören, işiten, seven, korkan, yiyip içen, büyüyüp gelişen” bir canlı olması da terbiye fiilinin ayrı bir neticesidir.

Kuş yumurtasının uçacak şekilde, balık yumurtasının yüzecek şekilde terbiye edilmeleri Rab isminin farklı tecellilerini sergiler.

Kaç milyonu aşkın hayvan türünün her biri, böyle birbirinden ayrı terbiyeler görmüş; kimi parçalayıcı aslan, kimi nağmeler saçan bülbül, kimi süt veren koyun, kimi bal veren arı olmuş.

Bu terbiye fiillerinin en mükemmeli, ahsen-i takvimde yaratılan, yani en mükemmel bir istidat sahibi olarak terbiye edilen insanda görülür.

Dünün bir damla suyu, dokuz aylık bir terbiye sonunda gören, işiten, düşünen, inanan, çok farklı ilimlere ve sanatlara kabiliyetli, harika bir canlı olarak dünyaya gönderiliyor.

İnsanların ve diğer canlıların böyle safhalar halinde yaratılmaları, kainatın altı devrede yaratılmasıyla yakından ilgilidir. Bediüzzaman Hazretleri insanı “kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi” olarak tarif eder. Buna göre, diğer canlılar ve bitkiler de kâinatın meyveleridir, ama bunlar içinde en mükemmel meyve insandır.

Bütün bu meyvelerin zaman içinde ve tedricen (derece derece) gelişmeleri gösteriyor ki, onların ağacı olan kâinat da yine kademeli olarak, zamanla ve tedricen yaratılmış.

“O, semaları ve arzı altı günde yaratandır.” (Hut Süresi, 7)

Burada önemli bir sorunun cevabını arayıp tekrar konumuza dönelim:

Kâinat ne fabrikası?

Bir fabrikanın mamul maddesi kumaşsa o fabrikaya kumaş fabrikası diyoruz; şekerse şeker fabrikası…

Bu kâinat ise, akılları hayrette bırakan bir İlahi fabrika. Sadece deveyi nazara alsak, bu kâinata “deve fabrikası” diyeceğiz; koyuna baktığımızda ise “koyun fabrikası.”

Fabrikanın aksamında bir farklılık yok. Ama, çam ağacından lâleye, karıncadan balinaya, ipek böceğinden insana kadar bütün canlı ve bitki türleri bu fabrikadan çıkıyorlar.

Demek ki, bu kâinat, bütün türlerin ortak fabrikası olacak şekilde terbiye edilmiş.

Bir ayet-i kerime:

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih Süresi, 4)

Bu orduda görev alan askerlerin hepsi İlahi iradeyle iş görüyorlar. Rüzgâr kendi isteğiyle esmiyor, bulutları kendi keyfince sevk etmiyor ve muhtaç yerlere damlalar halinde kendi iradesiyle indirmiyor. Deniz, içindeki balıkları kendi yapmıyor, toprak da bu kadar sebzeyi ve meyveyi kendi sanat ve maharetiyle ortaya koymuş değil. Dünyanın kendi yörüngesinde dönmesi de onun iradesiyle değil. Dilediği süratle ve istediği yörüngede hareket edemiyor.

“Havl ve kuvvet ancak Allah’ındır.”

Dilediğine hikmetinin gerektirdiği kadar kuvvet ve kudret veriyor. Güneş’e gezegenlerini çevirecek kadar güç veren de O; ağaçlara meyvelerini, canlılara yüklerini taşıyacak kadar kuvvet ihsan eden de...

Bilim adamları, dünyanın güneşten koptuğunu tespit etmişler. Dünün ateş parçasında bugün okyanuslar ortaya çıkmış ve onlarda sayısız balıklar yaşıyorlar.

Bir tarafta ormanlar yayılmışlar, içlerinde ceylanından aslanına, tilkisinden tavşanına kadar nice farklı türler hayatlarını sürdürüyorlar.

Beride şehirler kurulmuş, oralarda insanlar toplum hayatı sergiliyor ve çok yönlü bir imtihana tâbi tutuluyorlar.

Bütün bunlar, o ateşin terbiye görerek bugünkü hali almasının meyveleridir. Ateşi okyanus yapan kim ise balıkların sahibi de O’dur, aynı ateşi orman yapan kim ise bülbüller de onun misafirleridir.

“Tarla kimin ise, mahsulat da onundur; deniz kimin ise, içindekiler de onundur.” (Bediüzzaman, Sözler)

Bir adım geri gidelim. Yine bilim adamlarının tespitine göre, Güneş, hidrojen gazından meydana geliyor ve hidrojenin helyuma dönüşmesinden enerji ortaya çıkıyor. Bu da ayrı bir terbiye tecellisidir. Hidrojen olduğu gibi kalsa, helyuma dönüşmese ne enerji olacak, ne de onunla çevrilen gezegenlerden söz edilecek.

Dünya’nın Güneş’ten koptuğunu kabul ediyoruz, ama şu soruların da cevabını bulmak istiyoruz:

Bu kopuşla başlayan ayrılık yolculuğu niçin sürekli olmadı?

Yüz elli milyon kilometrelik yolculuk bu noktada nasıl son buldu?

O ateş parçası niçin güneş etrafında dönmeye başladı?

Nasıl soğudu?

Dünün hidrojenine oksijeni kim ilave etti? Bu zıt karakterleri kim birleştirdi de su haline getirdi?

Demir, bakır, nikel gibi nice elementler bu dünyaya nereden geldiler?

Hayat nasıl ve niçin yaratıldı?

Hayatın lazımı olan görme, işitme, sevme, korkma gibi sıfatlar ve özellikler bu soğuyan ateşten mi çıktılar?

Allah kelâmından iki ayet:

“İnsan üzerine zamandan öyle bir dönem gelip geçti ki, (o vakit) o anılmaya değer bir şey değildi. Şüphesiz biz insanı; karışım halindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık.” (İnsan Süresi, 1-2)

İşte, adından söz edilmeyen ve anılmaya değmeyen insan, bu mevcut hale bir terbiye sonunda geldiği gibi, Güneş de bir zamanlar yoktu, onun da adından söz edilmiyordu; onun da üzerinden bir zaman geçti ve hidrojen deposu haline geldi.

Sonra, insanın “görücü ve işitici” olması gibi, o da bir terbiyeden geçerek “ısı ve ışık” vermeye başladı. İnsanı görüp işitecek hale getiren kim ise, hidrojeni de ısı ve ışık verecek hale O getirdi.

Bizim içimizde mideyi, karaciğeri, akciğeri, pankreası O yarattığı gibi, yer küresinin içindeki tabakaları da, semanın yedi tabakasını da yine O yarattı.

Bizim iç organlarımız Allah’ın kendilerine takdir ettiği görevleri yerine getirdikleri gibi, bütün bu tabakalar da yine Allah’ın takdir ettiği işleri yapıyorlar.

Dünyada hikmet hâkim ve her şey nice faydaları netice veriyor. Acaba biz, bu hikmet âleminde, nice hikmetlerin odak noktası olan varlığımızı hikmet dairesinde değerlendirebiliyor muyuz?