İnci Okumuş, gökkubbe altında insan olarak bulunmanın sorumluluğunu hatırlıyor, hatırlatıyor.
Dostoyevski’nin baktığı yerden bakarak:
“Başımı kaldırdım ve göğe baktım.
Dosto haklıydı.
‘Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu.’
***
Marcel Proust, var olmanın ışığını haber veriyor.
Yokluk karanlığından varlığın aydınlığına çıkarılan her şuur sahibinin
şüphesiz bir maksadı olmalı.
Varlığının anlamını aramalı:
“Lambayı yaktığımızda odamızdaki eşyaları dönüştüren,
karanlığın hatırasını bile kovan ışıktan şüphe edemeyiz.”
***
İsmail Kılıçarslan, Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu kitabından alıntı yaparak,
insanın insanca var oluşuna izin vermeyen çağı eleştiriyor:
“’Makine duraksayamaz.
Bilgisayar, devasa hesaplama yeteneğine rağmen ahmaktır
çünkü tereddüt etme noksanlığı vardır.’
Bugünün dopingli, hiperaktif, performans odaklı toplumunun
o devasa eksikliği ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi doğrusu.
Her şeyi ‘yapabiliyorum, demek ki yapmalıyım’ diyerek bir ‘güç yetirebilme oyunu’na döndüren
insanların hayatlarından çıkardıkları kavramlardan biri de ‘tereddüt.’”
***
İsmet Özel, aşka doğru çizmek istiyor kaderini.
Kaderi aşkla çizen Rabbi adına:
“Aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
Adımı aşkın üstüne kendim yazarım.”
***
Rainer Maria Rilke, her şeyi yakınlaştıran,
her eşyayı tanış eden,
kalpleri barıştıran Allah’ın yakınlığını çağırıyor.
Şiiri dua bilerek, hasretini dualaştırarak:
“Çünkü en yakın şeyler bile uzaktır insanlara.”
***
Haydar Ergülen, şiirin sessiz kaynağına işaret ediyor,
sessizliğin şiirini bulmaya çalışıyor.
Şiiri ruhların b/akışında arıyor.
Şiirin en gizli en tatlı meyvesini tarif ediyor:
“Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?”