TR EN

Dil Seçin

Ara

Yeknesaklığı Yırtmak

“Allah yaratmasını dilediği kadar artırır.”

(Fâtır Suresi, 1)

 

“Tefekkür gafleti izale eder.

Dikkat, teemmül evham zulümatını dağıtıyor.”

(Mesnevî-i Nuriye)

 

Yeknesaklık, bazı olayların muntazam bir şekilde tekrarlanması, her gün aynı şeyleri görmemiz, aynı olayları yaşamamızdır. Böylece birçok olaya, eşyaya, çeşitli varlıklara ünsiyet ve ülfet kazanırız. Yani aslında hepsi birer harika, birer mucize olan gözümüz önündeki çeşitli varlıklar ve hadiseler bizim gözümüzde basitleşir, adileşir ve sıradanlaşır.

Yeknesaklık, ülfet ve ünsiyet, gaflet sebeplerinden biri sayılmaktadır.

Gaflet, Cenâb-ı Hakk’ı unuttuğumuz, O yokmuş gibi davrandığımız zamanlarımızdır.

Gerçek şu ki, gün içinde saatlerimiz, ömür içinde de yıllarımız gaflet içinde geçmektedir.

Gafletin diğer sebepleri arasında cahillik, zenginlik, gençlik ve sağlığı sayabiliriz.

Gafletin zıddı huzurdur.

Huzur; Cenâb-ı Hakk’ı hatırlamak, Onu anmak, her an ve her yerde hazır ve nazır olduğunun şuurunda olmaktır. 

Gafletten kurtulmanın önemli bir yolu yeknesaklığı yırtmak ve tefekkürdür.

Yeknesak kanunlarını Cenâb-ı Hak geçmişte peygamberleri ve evliyaları için değiştirmiş, onlara mucizeler ve kerametler ihsan etmiştir. Bizler için de bugün mucizeler ihsan etmektedir, bunları görmek için tek yapmamız gereken biraz dikkat ve tefekkürdür.

Mesela, mütevazi ve sade elbiseleri içinde kaldırımlarda ve ağaçlarda oynaşan serçeler ve kumrular bize bir şey ifade etmiyorsa rengarenk kanaryaları, muhabbet kuşlarını, papağanları düşünelim. Bu canlılarda apaçık olarak bir tezyin, süsleme ve güzelleştirme iradesinin tecelli ettiğini göreceğiz. Belki serçe ve kumruların o sade elbiselerinin onlar için ne büyük bir nimet olduğunu da anlayacağız. Çünkü onlar bu sayede kamufle oluyorlar, hatta bazı yaramaz çocukların ve psikopat yetişkinlerin şerrinden kurtulup, aramızda hürriyet ve güven içinde yaşıyorlar. Ötekilerden insan eline düşenlerin ömürleri kafeslerde esaret içinde geçmektedir.

Bunlar da yetmez dersek, o haşmetli kuyruklarıyla kabaran tavus kuşlarını hatırlayalım, herhalde bize bir sanatkârın eseri olduğunu haykıracaktır. Tropikal ormanlarda daha ismini bilmediğimiz binlerce renkli, süslü kuşlarla Cenâb-ı Hak sanat mucizelerine dikkatimizi çekmektedir. Hele cennet kuşları denilen bir tür var ki, onları gören bir insan hayret secdelerine kapanır.

Kuşları böyle rengarenk süsleyen Cenâb-ı Hak, balıkları da bizler için süslemiş, ziynetlemiş, tefekkürümüz için akıl ve kalp gözümüzün önüne koymuştur.

Çünkü her gün balıkçı tablalarında gördüğümüz sade elbiseli balıkların sadece midemizle ilgili yönlerini düşündüğümüzden onlardaki harika sanatları göremez ve düşünemez oluruz.

Suyun içinde nasıl hava alırlar, nasıl beslenirler, nasıl çoğalırlar, nasıl göç ederler, yönlerini nasıl bulurlar gibi sorular hiç aklımıza gelmez. Çünkü bizim çoğumuz Kur’an’ı sadece yüzünden okuyup, feyiz alan ümmiler gibiyiz. İnsanların çoğu tekvinî (kâinattaki) ayetleri de ancak yüzünden okuduklarından, mahiyetleri aynı olduğu halde dış görünüşleri dikkat çekecek, hayranlık uyandıracak şekilde çok süslü, çok renkli, çok şaşaalı mahluklar ve balıklar yaratılmıştır. Bunların bir kısmını akvaryumlarda, belgesellerde hayranlık içinde seyrederiz.

Aynı şekilde her gün gördüğümüz yeşil yapraklar bize bir şey ifade etmiyorsa, klorofilden, ksantofilden, fotosentezden, glikoz sentezinden, karbondioksit tüketiminden, oksijen üretiminden haberimiz yoksa bir çiçekçiye veya bir parka gidelim.

Sadece şekillerine ve renklerine bakarak ne kadar bol çeşitli yaprakların yaratılmış olduğunu göreceğiz.

Bazısında sarı ve yeşil renkler kullanılmış, bazı dalların alt tarafındaki yapraklar yeşil, üst uçtaki taze çıkan yapraklar kırmızı, hem de nasıl kıpkırmızı, bayrak kırmızısı. Diğerleri de yeşilden, pembeden, kadife moruna kadar ne renk ararsan kullanılmış. Çoğaltılması da o kadar kolay ki, küçük bir dalını koparıp bir bardak suya koysan birkaç gün sonra saçak halinde köklendiğini görürsün, bundan sonra yapman gereken tek şey onu alıp, bir saksıya koymaktır. Sonra doya doya tefekkür et.

Yeşil yaprakların çoğu hayvanların sofrasına konulmuş, bir kısmı da birer vitamin, mineral ve besin deposu olarak bizlere tahsis edilmiş.

İşte ıspanak, pancar, lahana, marul gibi büyük yapraklardan çeşitli, leziz yemekler yapıyoruz.

Lahana ve marul yaprakları bir gonca gibi birbiri üstüne sarılmış, en dıştakiler örselense de içtekiler tazeliklerini, bütünlüklerini muhafaza ederler.

Bak şu kış günü şehir meydanlarını süsleyen kıvırcık salatalıkların akrabalarından olan bitkilere… Bir kısmının orta yaprakları sarı, dış yapraklar yeşil, bir kısmının da ortası mor, kenarlar yeşil yaratılmış.

Bir de küçücük yeşilcikler var, işte kekik, nane, tere, roka, maydanoz hatta çay gibi küçük yaprakçıklar ise şifalarıyla, kokularıyla, aromalarıyla, vitaminleriyle sofralarımızı süslüyorlar.

Belki şöyle bir şey diyen çıkar: “Tamam hayvanlar ve insanlar yeşilliklerle beslenip, et, süt gibi şeyler üretiyorlar, bunların hepsi fevkalade ve harika olaylar. Fakat otların sabit, hayvanların hareketli oluşları yüzünden bu iş bana tabii, basit bir şeymiş gibi geliyor. Eğer Cenâb-ı Hak hareketsiz, elsiz, ayaksız bitkiler, yapraklar yaratsaydı ve bunlar uçan, kaçan hayvanları yakalayıp, yeselerdi daha çok hayret içinde kalacaktım?”

Rabbimizin ilim ve kudreti sonsuz olduğundan, yaratmasında her türlü örneği de gösteriyor. Böyle bitkiler de yaratmış, bazı bitkilerin yaprakları bir vazo veya sürahi şeklinde yaratılmış, içine giren sinek ve böcekler bir daha dışarı çıkamıyor ve o bitkiye rızık oluyor. Bazı bitkilerin yaprakları ise menteşeli bir çene gibi, üzerine gelen böceklerin üzerine kapanıp, onları güzelce sindiriyor. Allah’ın yaratıcılığında bir sınır olmadığını gösteriyor. 

Günlük hayatımızda en çok gördüklerimizden biri de insan ve çeşitli hayvanlardır. İnsanların iki ayak, öbürlerinin dört ayak üzerinde yürüdüklerini, koştuklarını, çeşitli hareketler yaptıkları halde dengelerini koruduklarını görürüz.

Fakat ülfet, ünsiyet ve yeknesaklık yüzünden bunlar hiç dikkatimizi çekmeyebilir.

Birisi diyebilir ki: “Keşke Cenâb-ı Hak öyle hayvanlar yaratsaydı ki, onların elleri ve ayakları olmamakla beraber öbürlerinin yaptıkları her şeyi yapabilselerdi, ben de tefekkür edip, imanımı kuvvetleştirseydim.”

Öyle ise gel şu yılan denen hayvanları seyredelim. Elsiz ve ayaksız olan bu canlılar ötekilerin yaptığı her şeyi yapıyorlar. Ormanın engebeli zemininde ne kadar rahat hareket ediyorlarsa, çölün kızgın kumlarının üzerinde de aynı kolaylıkla kayıyorlar. Elsiz, ayaksız oldukları halde en yüksek ağaçlara tırmanıp, daldan dala atlayıp uçabiliyorlar. Elsiz, ayaksız, yüzgeçsiz ve paletsiz tatlı sularda ve denizlerde yüzüyorlar. Tefekkür edenlere, Rablerinin sanatına ve kudretine şahitlik yaptırıyorlar.

Eğer iki ayaklı, dört ayaklı ve ayaksız hayvanların dışında daha başka hayret ve hayranlık duyacağım ayaklılar var mı dersek eklembacaklılar denilen yengeçleri seyredelim.

Karada, denizde ve tatlı sularda yaşayabilen bu hayvanların göğüs bölgesinden beş çift bacak çıkartılmış. O kadar çeşitlidirler ki, 26 familyada toplanmış 4000 tür tespit edilmiştir. Bunlara on ayaklılar manasına gelen dekapodalar da denir.

Göğüsten bacaklılardan başka sadece denizlerde yaşayan bir de kafadan bacaklılar sınıfı denilen hayvanlar vardır ki bunlara da cefalopodalar denir. Başlarının ön kısmından vantuzlu ve çengelli 10 adet kol uzanır. Bunlar hem el, hem ayak vazifesi görür. Bunlar vasıtasıyla hem avlanır, hem hareket ederler. Mürekkep balıkları, kalamarlar, ahtapotlar en çok bilinen kafadan bacaklılardır. Boyları 20 cm’den 18 m’ye kadar değişen cinsleri vardır.

Fâtır suresinin mealini verdiğimiz yukarıdaki ayetini düşünerek canlıların hareket organları olan ayaklar hakkında yaptığımız çok sathi tefekkürümüzü kırkayakları da anarak kapatalım.

Ayaklarının çokluğundan dolayı bizde bunlara kırkayak, başka ülkelerde ise yüzayak (centipeda) denilmiş. Yoksa eskiden kimse çıkıp da bunların ayaklarını saymamış.

Ancak son zamanlarda birçok canlı gibi bunlar da ilim adamlarının araştırma alanına alınmış. Bugün bu hayvanların ayak sayısının 15 çift ile 191 çift arasında değiştiği tespit edilmiş.

Eğer desek: “Ben, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı mahlukatı dilediği kadar artırıp, çeşitlendirdiğini kabul ediyorum ama acaba bunu tahdit eden, sınırlayan nedir, yani acaba neden 1000 veya 2000 ayaklı bir tür yaratılmamış?”

Bunun cevabı, kısaca hikmettir, deriz. Yani kâinatın kalbi hükmünde ve ancak dörtte biri toprak olan bir kürede yüzbinlerce türün yaşaması, beslenmesi ve neslini devam ettirmesi için elbette bir sınırlama olacaktır. Bunu da yapan Hakîm ismiyle yine yaratıcımız olacaktır. 

Biraz da tohum ve çekirdeklere bakalım.

Bunlardan bir kısmı kuşlara ve diğer hayvanlara rızık oluyor. En güzelleri de bizim soframıza konulmuş. Fakat bunlardan buğday (bulgur), pirinç, nohut, fasulye ve mercimek gibi temel besin maddelerimizi oluşturanlarla çocukluğumuzdan beri bir tanışıklığımız olduğundan onlara karşı ünsiyet ve ülfet kazanmışız, onları yerken hiç düşünmeyiz.

Ama bir de çayımızın yanında çerez olarak önümüze gelen badem, fındık, Antep fıstığı, yer fıstığı, ceviz, ayçiçeği ve kabak çekirdeği vs. gibi tohumlar adeta ‘tırnak kadar cismim var, dünya kadar tadım var’ diye haykırıp, onları yerken şükür ve tefekkür etmemizi isterler.

Hatta kilo problemi olan bazı insanlar kendilerine çerez ikram edilmesinden ya da yanlarında yenilmesinden hoşlanmazlar. Çünkü o kadar lezzetliler ki bir kere başlayınca kâsenin dibi görünene kadar kendini tutamayacağını bilirler.

Bir de susam ve çörek otu tohumcukları gibi daha minikler var ki, bunlar da küçücük cisimlerine yüklenen dağ gibi lezzetleri, şifalı yağları ve nefis kokularıyla elbette çokça tefekkür ve şükrü hak ediyorlar.

Kahve ve kakaonun da o güzel kokuları ve tatlarıyla aslında birer tohum ve çekirdek olduğunu hatırlayıp, bu güzel nimetleri bizim için yaratıp bizlere ikram ettiği için Rabbimize şükredelim.