“Haydi Müslümanlar camiye!”
Sokaklarımız çok değişti. Eskiden kapı önleri ev sahibine aitti. Şimdi ise devlete ait. O yüzden, eskisi gibi evinizin önünü süpürgeyle temizlemenize gerek yok. Çöpçü gelir temizler nasıl olsa. Ama evimin önü diyerek arabanızı pencerenizin önüne park etmeyi de artık unutun. Belediyenin otopark görevlisine vereceğiniz ücreti cebinizde hazır bulundurun.
Alışveriş mekânları da değişti. Kahraman bakkallar savaşı kaybetti. Onların yerini, büyük alışveriş merkezleri ve hipermarket zincirleri aldı. Yapılan istatistiklere göre, insanlar en çok alışveriş merkezlerine girip çıkıyor. Bu da gösteriyor ki, toplumsal yaşamın merkezinde artık ‘merkez camileri’ değil, alışveriş merkezleri var.
Caddeler de çok değişti. Ortasında günün her saati araçlar büyük bir gürültüyle yol alırken, kaldırım kenarlarında ise sıkış tıkış dükkânlar sıralanıyor. Cadde boylarının ticarî önemi, buraların mesken olarak kullanımını sona erdirdi. Mesken gidince, sakinler de gitti tabi. Geriye işyerleri ve gerilimli müşteri ilişkileri kaldı. Bazıları haksızlığa uğratmak bazıları da haksızlığa uğramamak için tetikte.
Tüm yeryüzü pazar
Müşteri ilişkisi, günümüzün ilişki skalasında en üst sıraya yükselmiş bulunuyor. Gün içinde karşılaştığımız kişilerin yarısından fazlasıyla mutlaka ticarî ilişkilerimiz var. Daha düne kadar ‘tüm yeryüzü mescid’ diye inanılırken, bugün ‘tüm yeryüzü pazar’a dönüştü. Bunun en bariz göstergesi, reklâmların karşı konulmaz yükselişi. Televizyon reklâmları ve yol boyu sıralanan bilboard afişleri yetmiyor olacak ki, belediye otobüslerinin el askılıklarından bile reklâmlar sarkıyor. Yakında beyin üzerine çalışan bilim adamları, rüyada reklâm gösterebilen çipler üretirse, hiç şaşmamalı.
Yeni dünyanın mabedi konumundaki alışveriş merkezleri, mıknatıs gibi insanları kendisine çekiyor. Ama bu merkezlere toplaşan insanlar bir ‘kalabalık’ teşkil etmekten öteye geçemiyor. Örneğin, asla bir cemaat değiller. İsimleri, satıcılar arasında ‘tüketici’ diye geçiyor. Haklarında, en üst düzey araştırma kuruluşlarında en kafalı adamlar, ‘tüketici davranıları’ başlığı altında sayısız çalışma yapıyor. Cevabı aranan tek bir soru var: “Kapıdan içeri giren tüketici, cebindeki parayı nasıl daha cömertçe harcar?” Yoksa, satıcı açısından (cebindeki para miktarı hariç) hiçbirinin diğerinden bir farkı yok. Böyle bakınca, hınca hınç kalabalıkları, yan yana yürüyen bir ‘yalnızlar ordusu’nu andırıyor.
“Siz özel değilsiniz!”
Bazı ruh bilimciler, modern zamanlarda intihar düşüncesinin ardında, ısrarla ‘vazgeçilebilirlik duygusu’nun yattığını belirtiyorlar. Giderek şirketlerin belirleyici olduğu modern hayat öyle bir çark üzerinde dönüyor ki, hiç kimse vazgeçilmez değil gerçekten. Avukat mı? Yerine başkasını tut. İşçi mi? Yerine başkasını koy. Müşteri mi? Sokak, müşteri kaynıyor.
Ve aklı öne çıkaranların o çok övdüğü ‘standartlaşma’ ‘sıradanlaşma’yı, sıradanlaşma ‘önemsizleşme’yi getiriyor. Bu şartlar altında ruhlara çöreklenen duygu, kesif bir ‘siz özel değilsiniz!’ hissi. Bu hissi insanlara veren kim? Tabii ki, onları işine yaradığında alıp baştacı eden, işine yaramadığında bir mendil gibi sokağa fırlatan şirketler. Laf aramızda, bu işi daha iyi becerenlere ‘profesyonel şirket’ deniyor.
Modern zamanlarda kişilik sahibi olmak, genellikle ‘marka’lara nasip olan bir ayrıcalık. Şirketler markalaşıp özgün bir kişilik sahibi olurken, insanlar sıradanlaşıp önemsizleşiyor. Pek çok şirkette birkaç yıl çalıştıktan sonra zam almayı, takdir görmeyi bekleyen personel, sürpriz bir sonla kendini kapı dışında buluyor. Öğretmenlik gibi devamlılığın kaliteyi arttırdığı eğitim (dersane) sektöründe bile durum aynı. Kişilik (şahsiyet) denen değer, âdeta tek tek insanların yetişemeyeceği bir seviyeye yükseldi.
Şirketlerin dünyası
Zamanımızda, ancak markalar (şirketler) ya da markalaşan kişiler (David Beckham) saygı gören bir şahsiyet sahibi olabiliyor. Ferdî bir hak hukuk iddiasını dillendirmeye görün, (velev mümkün bile olsa) şirket temsilcilerinin ağzından çıkan karşı konulmaz bahane, “Şimdi koskoca şirketi sana göre ayarlayamayız ki!” cümlesinde somutlaşıyor. E tabi, haklılar. Ne de olsa, dünya liginde büyük bir yarış halindeyiz. Ferdî hakların sırası mı şimdi?
Hasılı, üzerinde yaşadığımız dünya, her yeni gün biraz daha ‘şirketlerin dünyası’na dönüşüyor. Kalabalıklar kalabalık kalmaya devam ettikçe de, bu süreç devam edeceğe benziyor.
Bu dünyaya ad koymak isteyenler nereden akıllarına geliyorsa ‘iletişim çağı’, ‘bilgi çağı’, ‘uzay çağı’ gibi parlak isimler buluyorlar. Doğrusu, bana sorarsanız, tabiplerin bulduğu isimler çağdaş insanı çok daha iyi anlatıyor: ‘Bunalım çağı’, ‘depresyon çağı’, ‘prozac kuşağı’.
İnsanlar hakikaten bunalımda. Aspirin yutar gibi depresyon hapı yutuluyor. Peki, bu bunalımın esas kökü nerede? Neden insanlar depresyon şikâyetiyle psikologların kapısını aşındırıyor?
Sebebi açık: Modern hayat (düzen), insanı yüceltemedi. Ona şeref ve haysiyetiyle yaşayabileceği bir hayat sunamadı. “Bile bile lâdes” kabilinden maddeci, kısır, dolayısıyla kifayetsiz hayat tercihlerine zorladı insanları. Ve onların hayatına her saniye (sofistike yöntemlerle) müdahalede bulunmaktan da geri durmadı. Devasa reklâm sektörü, sabah akşam harıl harıl bu yöntemler üzerine uğraşıyor.
Topluca Allah’ın ipine sarılmak
Aslında küresel çapta büyük bir ‘başarısızlık öyküsü’yle karşı karşıyayız. Rabbinden kaçan köle konumuna düşeli beri, (bazıları ilerlediğini söyleyedursun) insanoğlunun düşüşü sürüyor. O’nun mülkünde, O’nun hâkimiyeti altında, kalıcı olmayan bir yurtta kaçaklar ne kadar dirlik düzenlik kurabilirse, bu dünyanın dirliği düzeni de o kadar işte. Rabbin terbiyesi ve disiplininden çıkan insanoğlu, birbirinin omzuna basarak yapay mücadelelerden galip çıkma derdinde.
Fakat bu küresel başarısızlık öyküsünün yanında asıl hazin olanı, Müslümanların yaşadığı başarısızlık öyküsü. Kur’an-ı Kerim’de ‘topluca Allah’ın ipine sarılmaları’ emredilen Müslümanlar, Efendimiz’in (asm) “Cami cemaatine devam ediniz, sürüden ayrılanı kurt kapar!” ikazına rağmen, ümmet şuuru ve cemaat ruhunu özellikle (fitne ve fesad zamanı olan) ahirzamanda gereğince yerine getiremediği izlenimi veren bir görüntü sergiliyor.
Oysa tarihe baktığımızda Müslümanların cemaat ruhunu diri tuttukları hiçbir dönemde Allah’ın şeytanın ve diğer düşmanların onlara galip gelmesine fırsat vermediğini görüyoruz. Müslüman Hintli zenginler Hindistan’da bir nevi kast sistemine özenip de cami cemaatini terk etmeselerdi, belki bu kadar yokluk ve acıyla karşılaşmayacaklardı. Türkiye’de cemaatin gevşemesi, önce Müslümanların gruplaşmalarına (farklılıklarını ayrılık vesilesi yapmalarına), sonra dünyevileşme kuvvetleri karşısında acı bir yenilgi almalarına sebep olmadı mı?
Yaşanan tecrübeler gösteriyor ki, Müslüman bir topluluğun çözülüşü, her zaman cami cemaatinin çözülüşüyle eş zamanlı oluyor. Saflarda başlayan gevşemenin sonu felâketle bitiyor. Cemaat ile kalabalıktan biri olmanın yol ayrımı daha burada başlıyor. Camide imamların “Cemaat! Safları sıklaştırınız, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.” ikaz ve duasını belki çok önemsemeden dinliyoruz. Fakat, şeytanın ve avanesinin Müslümanların birliğine kast etmelerine engel olan en tesirli ilâhî reçete bu. Saadet Asrı’nda bu ilâhî reçeteye o kadar sıkı yapışılmış ki, safların sıklığından Müslümanların giysilerinin omuz kısmını birkaç ayda bir onarmak zorunda kaldıkları rivayet ediliyor.
Hiç kuşkusuz cemaatin camiden zorla ayrılmak zorunda kaldığı dönemler, ayrı bir bahis konusu. Bunun Saadet Asrı’ndaki örneği, müşriklerin boykotu sonrasında Müslümanların Erkam’ın evinde toplanmaları. Fakat o da ayrı bir rahmet! Ağır şartlara haiz dönemler için Efendimiz’in (asm) verdiği bu örnek, sonraki çağlarda çok işe yaramış. Camiler yerine, evler hem bir medrese-i Yusufiye, hem de cemaat ruhunun soluklandığı mekânlar olmuş.
Peki bugün için hangisi geçerli? Eğitim ve sohbet kısmı için evlerin taşıdığı misyon elbette hâlâ geçerli gözüküyor. Ama herhangi bir özrümüz olmadığı halde namazları camide kılmayıp kalabalıktan biri olarak cami duvarının dibinden geçip gitmek ne kadar doğru bir tercih? Bu noktada galiba hatırı sayılır bir kısmımız hâlâ bir aldanış ya da gaflet hâli içindeyiz.
Haydi Müslümanlar Camiye!
Yaşadığımız şu günlerde “Fakat onlar işlerini (dinlerini) parça parça ettiler; her topluluk kendisininkiyle övünüp durur.” (23:53) ilâhî hitabını aklımız ve vicdanımızla birlikte yeniden değerlendirmemiz gerekiyor. Camide buluşmayan cemaat, her zaman ‘işlerini (dinlerini) parça parça etme’ riskiyle karşı karşıyadır. Eğer zihnimizde kendimizi ümmetin geri kalanı ile birleştiren şeylerden çok, ayıran farklar üzerine vurgu yaptığımızı tespit ediyorsak, o zaman kendimizdekiyle övünüp durma hastalığına yakalanmış olabiliriz. Aman dikkat! Bu viraj çok tehlikeli.
Unutmayalım ki, Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar “bir binayı oluşturan ve birbirine kenetlenmiş tuğlalara…” benzetiliyor. Yine Peygamberimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “Birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada ve korumada müminler bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organlar toptan humma ve uyumsuzluğa tutulur.” buyuruyor. Eğer bu noktaya gelemediysek, kâmil bir mümin olduğumuzu nasıl iddia edebiliriz ki?
Müslümanlar hem kendi aralarında tevhid ruhunu cisimleştirmek ve Allah’ın ipine topluca sarılmak; hem de küresel ve yerel topluma bir dirlik düzenlik gelmesine vesile olabilmek için camiye gitmeli. Çünkü, her ne kadar mavi göğü kafes içine sıkıştırmaya çalışan gökdelenlerin gölgesi üzerine düşse de, camiler geçmişte olduğu gibi bugün de, insanı madde okyanusunda boğulmaktan koruyan ve kurtaran ‘salim adacıklar’ hükmündedir. Kalabalıklar bugün değilse bile yarın, onun kapısından içeri girmeyi tercih edebilir.
Sabahtan akşama kadar eşitlik diye haykırsa da, dünyada hangi din ya da düşünce, zenginle fakiri, havasla avamı, yaşlıyla genci, güçlüyle zayıfı… cami cemaatinde olduğu gibi ilâhî huzurda ve huzur dolu bir kalple buluşturabilir? Hangi profesyonel organizasyonda iktisadî, siyasî ve sosyal farklar, beden, kalp ve ruh birlikteliği içinde bu derece sorunsuz, bir araya getirilebilir?
Kalabalığı cemaat kılacak, onları iman kardeşliğiyle birbirlerine bağlayacak, her nevi gücün karşısında şahsiyetli bir duruş sergiletecek her devirde olduğu gibi bu devirde de yine cami, yine cemaat, yine cemaatle kılınan namazdır.
Öyleyse, haydi Müslümanlar camiye!