TR EN

Dil Seçin

Ara

Kıyamet: Dünyanın Ölümü

ÜZERİNDE FANİLERİ BARINDIRAN DÜNYAMIZIN DA BİR ECELİ VARDIR; O GÜN GELDİĞİNDE, HERKES GİBİ O DA ÖLÜR—TABİİ, KENDİNE YARAŞAN BİR ÖLÜMLE.

 

Dünyanın ölümlü bir dünya olduğu, her şeyden önce, onun yaratılışından bellidir. Gerek üzerinde yaşadığımız gezegen, gerekse onun içinde yer aldığı evren, sonsuza kadar yaşamak üzere planlanmamıştır. Bu evrende bütün güneşler, gezegenler ve diğer gök cisimleri doğar, yaşar ve ölürler. Hayatları süresince de onlar her an çeşitli felâketlerle karşı karşıyadırlar. Bir kuyrukluyıldız çarpması bile bir gezegen üzerindeki hayatı yok etmeye kâfi gelebilir ki, Dünyamızın geçmişte böyle pek çok olay yaşadığı hesaplanmaktadır. Diğer yandan, gezegenimizin içinden beklenebilecek tehlikeler, uzaydan gelenleri aratmayacak kadar büyüktür. Unutmayalım ki, biz, bir elma ile kıyaslandığında, onun kabuğu kadar kalınlığı ancak bulabilecek bir yerkabuğu üzerinde yaşıyoruz. Onun altında ise kızgın kayalar, erimiş madenler var. Ve yerkabuğu, bu kızgın Dünyanın üzerinde, her an hareket ediyor, her saniye kıpırdanıp duruyor. İşte, gökten seller gibi yağan kozmik ışınlar, birçoğu bizi kıl payı sıyırıp geçen göktaşları ve kuyrukluyıldızlar, altta kaynayan madenler, yarılan yerler, püsküren volkanlar, taşan denizler arasında Dünyamız milyonlarca tür canlıya beşiklik ediyorsa, bu, ancak çok dikkatli bir koruma sayesinde mümkün oluyor demektir. Gün gelir, böyle bir koruma artık gereksiz olur veya Dünyamızın kendisi, ya da üzerindeki hayat yokluğa karışıverir. Milyarlarca yılda ancak bugünkü hâlini alan bir Dünyanın yok olup gitmesi yahut ölü bir gezegen hâlini alması için, başına gelecek felâketin büyüklüğüne göre, günler, saatler, hattâ bir an bile yetebilir. Dünyanın ölümü, hiç şüphe yok ki, doğumundan daha kolaydır ve onun doğumu ne kadar gerçek ise, ölümü de o kadar gerçektir. Açıkta kalan iki soru ise, “ne zaman” ve “nasıl” sorularından ibarettir.

Dünyamız, bir amaçla yaratılmıştır. Var olduğu sürece bu gezegen o amaca hizmet eder; o amaca hizmet ettiği sürece de var olmaya devam eder. Şu kadar var ki, bu amaca uygun şekilde, Dünyamızda pek çok şey karışık halde bulunur, zıtlar bir arada var olur, iyilikler ve kötülükler beraberce yaşanır. Bir yerde kuşlar yavrularını beslerken, bir başka yerde kaplanlar yavru ceylanları parçalar. Bir yerde insanlar kanadı kırık kuşlar için yuva yaparken, bir başka yerde nesiller imha edilir. Bir yerde fidanlar dikilir, bir yerde şehirler bombalanır. Bir yerde bülbüller öter, bir yerde analar ağlar. Bir yerde ezanlar okunur, bir yerde Rabbini ananlar kapılardan kovulur. Hayır da, şer de birbiriyle yarış halindedir bu gezegende. Görünmeyen âlemlerin kameraları da sürekli kayıttadır. Besbelli, bir gün gelecek, bu gezegenin ürettiği iyilikler de, kötülükler de kendilerine yaraşan yerde toplanıp başka âlemlerin temelini teşkil edecektir.

Dünyanın akıbeti, tümüyle işte bu hayır-şer rekabetine bağlıdır. Eğer bu dünya, yaratılış amacına zıt bir şekilde, iyilikten çok kötülük üreten bir fesat yerine dönerse, onu yaratan, elbette ki bu duruma çok uzun bir süre müsaade etmez. Nitekim, tarih boyunca pek çok beldenin helâkine böyle bir durum sebep olmuştur. “Yoksa, Rabbin, ahalisi düzgün kimseler olduğu halde beldeleri haksız yere helâk edecek değildi.”1

Kur’ân, başından sonuna kadar, böyle pek çok helâk haberleriyle doludur. Yüce Allah, kitabında bunları bizim önümüze birer ibret numunesi olarak serer ve onlardan gerekli dersleri çıkarmamızı ister:

“Onların hepsini de günahlarıyla yakaladık. Kiminin başına taş yağdırdık. Kimini o korkunç ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de boğduk. Allah onlara haksızlık etmedi; onlar kendilerine zulmedip duruyordu.”2

“Zulmeden nice beldeyi Biz kırıp geçirdik; sonra da yerlerine başka kavimler getirdik.

Onlar, daha azabımızı hisseder etmez kaçışmaya başladılar.

Kaçmasanıza! Dönün içinde yüzdüğünüz nimetlere ve konaklarınıza; çünkü sorgulanacaksınız.

‘Eyvah!’ dediler. ‘Biz gerçekten kendimize yazık etmişiz.’

Biz onları kökten biçip ocaklarını söndürünceye kadar böylece feryat edip durdular.

Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık.

Eğer bir oyun edinmek isteseydik, kendi katımızdan edinirdik—tabii, eğer böyle bir şey yapacak olsaydık!

Biz hakkı bâtılın üstüne öyle bir atarız ki, onu darmadağın eder ve bâtıl yok olup gider. Size de, Allah’a yakıştırdığınız şeyler yüzünden hayıflanmak kalır.”3

Geçmişin kıssaları, geleceğin haberleridir. Şartlar tekrarlandığında sonuç da tekrarlanır. Onun için, Kur’ân, birçok âyetinde bizi yeryüzünü dolaşmaya ve etrafa ibret gözüyle bakmaya çağırır. Çünkü, geçmişte beldeler ve ülkeler ölçeğinde yaşanan şey, bir gün gelecek, çok daha büyük bir ölçekte yaşanacaktır:

“İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Belki vazgeçerler diye, yaptıklarından bir kısmını Biz onlara böylece tattırıyoruz.

De ki: Yeryüzünde gezin de, daha öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın. Onların çoğu Allah’a ortak koşan kimselerdi.

Dönüşü olmayan o gün Allah tarafından gelmeden önce yüzünü dosdoğru dine çevir ki, o gün geldiğinde insanlar zümre zümre ayrılacaklardır.”4

Yeryüzünde kötülükler iyiliklere üstün gelmeye başladığında, onu izleyecek akıbetin habercileri de bir bir belirmeye başlar. Peygamberimiz, “kıyamet alâmetleri” olarak adlandırılan bu belirtilerden birçok hadisinde söz etmiştir. Hayırlı işlerin azalması, cimriliğin yaygınlaşması, fitnelerin belirmesi, adam öldürmenin çoğalması;5 bir kısım Müslümanların müşriklere katılarak putlara tapması, yalancı peygamberlerin çıkması;6 ilmin kaldırılıp cehaletin meydan alması, zinanın yaygınlaşması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması7 bu alâmetler arasındadır. Ne var ki, bu alâmetlerin kısmen veya tamamen çıkmış olması, bize kıyametin vaktini belirleme imkânı vermez. Çünkü Yüce Allah buna dair bilginin sadece kendisinde olduğunu, çeşitli âyetlerde açıkça bildirmiştir:

“Bir de diyorlar ki: Doğru söylüyorsanız, vaad ettiğiniz şey ne zaman?”

Sen de ki: Onun bilgisi Allah katındadır; ben ise apaçık bir uyarıcıyım.”8

“Sana kıyametin ne zaman geleceğini soruyorlar. De ki: Bu bilgi Rabbimin katındadır; onun vaktini Ondan başkası açıklayamaz. Gökler ve yer için o çok büyük bir şeydir. Size ansızın geliverir. Sanki onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Bu bilgi Allah katındadır; lâkin insanların çoğu bunu bilmiyor.”9

“İnsanlar sana kıyameti soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah katındadır. Nereden bileceksin, belki de onun vakti çok yaklaşmıştır.”10

Kıyamet vakti gelecektir. Herkes çalışmasının karşılığını görsün diye onu gizliyorum.11

Kıyametin vaktini bilemesek de, bu konuda kesin olarak bildiğimiz bir şey, onun pek yakın olduğudur. Kur’ân bu konuda pek sık vurgu yapar ve kıyameti hafife alanları uyarır:

“Onlar o günü uzak görüyorlar. Biz ise yakın görüyoruz.”12

“O Allah ki, kitabı ve mizanı hak ile indirdi. Nereden bileceksin, belki de kıyametin vakti yakındır.

Ona inanmayanlar, kıyametin çabuk gelmesini istiyorlar. İman edenler ise onun gerçek olduğunu biliyor ve ondan korkuyorlar. Bilmiş olun ki, kıyamet hakkında tartışanlar, derin bir aldanış içindedirler.”13

Kıyametin yakın oluşu, bugün veya yarın kopacağı anlamına gelmeyebilir. Fakat yarın ile bin sene sonrası arasında ne fark var? Kişinin, kendi eceli eriştiğinde onun için kıyamet kopmuştur; bu ise her an pek yakınımızda olan bir akıbettir. Kendi kıyameti kopmuş olan kimse için de dünyanın kıyameti çok yeni bir haber sayılmaz! Gerek Kur’ân, gerekse Hadis, bu konudaki müteaddit uyarılarıyla, insanları dünyaya kapılıp gitmekten korumak ve her an başlarına gelebilecek bir sonuç hakkında hazırlıklı tutmak istemektedir. Peygamberimizin Sahâbîleri bu uyarıların sonunda öyle bir duyarlılık kazanmışlardı ki, kuvvetli bir rüzgâr estiğinde “Kıyamet kopuyor.” diye Mescid-i Nebeviye sığınırlardı. Bugün ise, birer kıyamet provası niteliğindeki felâketleri henüz yaşamış insanlar, etraflarındaki onca ölüler ve yıkıntılar arasında her zamanki eğlencelerine sığınıyorlar; bir yandan da bütün bu olup bitenlerde Allah’ın bir payı olmadığını iddia ederek, Rablerine karşı inkâr ve tuğyan yarışına çıkıyorlar! Kur’ân’ın uyarıları da, henüz inmişçesine bir tazelikle, bugünün sağır kulaklarında yankılanıyor:

“Evvelki Ad kavmini de O helâk etti.

Semud’dan da geriye bir şey bırakmadı.

Daha önce Nuh kavmini de O helâk etti. Çünkü onlar zulme sapmış ve azıtmıştı.

Alt üst edilen beldeleri de yerin dibine O geçirdi.

Onları kaplayan öyle bir kapladı ki!

Şimdi Rabbinin hangi bir nimetinden şüphe edersin?

İşte bu da evvelki uyarıcılardan bir uyarıcıdır.

Yaklaşan iyice yaklaştı.

Onu Allah’tan başka açığa çıkaracak yoktur.

Siz bu söze mi şaşıyorsunuz?

Ağlamıyor, gülüyorsunuz.

Ve hâlâ eğleniyorsunuz.”14 

 

ÖLÜMLERİN EN KORKUNCU

“Onlar kıyametin aniden başlarına gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Onun alâmetleri şimdiden gelmiştir. Kıyamet koptuğunda ibret almaları neye yarar?”

— Muhammed Sûresi, 47:18

 

Dünyamız bir film setini andırır. Burada her gün nice dekorlar kurulur ve kaldırılır, her gün nice kayıtlar yapılır. Burada her şey anlamlıdır, ama hiçbir şey devamlı değildir. Her şey, kendisinden beklenen sonucu verinceye kadar var olur; sonra yerini başkalarına bırakarak buradan gider. Bu arada filmler çekilmiş, her şey tek tek kaydedilmiştir. Onun için, bu dünyaya gelip giden herkes ve her şey, bu kısa zaman aralığı içinde, sonsuza kadar var olacak izler bırakır.

Bu gezegenin her köşesinde, her mevsim ayrı ayrı dekorlar kurulur. Her bir dekorun kuruluşu, sayısız dillerin muhteşem topluluklar hâlinde tesbihata başlaması demektir. Herhangi bir anda, bu gezegenin bir tarafında bahar koroları seslenir âleme, bir başka tarafında yaz, güz ve kış koroları. Herbirinin dili farklıysa da anlattıkları birdir, yahut aynı hakikatin değişik yüzleridir. Herhangi bir anda, yeryüzü, milyonlarca tür varlığın sayısız bireyleriyle Rabbini över. Dekorlar değişince övgüler bir başka perdede sürüp gider. Böylece, bu mavi gezegen, kâinatın dört bir tarafına zikir ve tesbih sadâları saçarak, İlâhî sanatın en güzel örneklerini sergileyerek, muhteşem bir galaksinin merkezi etrafında saniyede 250 kilometre hızla uçar, gider. O uçarken, kâinat onu yıldızlardan ve meleklerden gözlerle seyreder, onun her hâlini hafızasına nakşeder.

Hepsinden önemli olanı, bu gezegen üzerinde insanın varlığıdır. Onun dilinden, bu dünya en fasih bir lisanla Kur’ân okur, Yer ve Gökler Rabbini zikreder; onun hâlinden, bin bir İlâhî ismin nakışlarını âleme gösterir. Görmediği halde görmüşçesine Rabbine inanan, Onun sözünü dinleyen ve Ona muhatap olan bu aziz konuğun söylediklerini de, yaptıklarını da bu dünya iftiharla âleme gösterir. Gayb âlemlerinin kameraları hiçbir şeyi kaçırmaz; her şeyi en ince ayrıntısıyla kaydeder.

Nihayet gün gelir, görevler yerine getirilir, dünyanın işi biter. İşte o gün, dekorların tümüyle kaldırıldığı gündür. Bu ise, tıpkı âlemin yaratılışında olduğu gibi, bir muhteşem gösterinin vaktini işaretler. Zira bu âlemde dekorların kaldırılması demek, dağların un ufak olması, denizlerin kaynaması, göklerin yarılması, yıldızların dökülmesi demektir. Gülün narin yüzünde sanatın, arının kanadında hikmetin, bahar bahçelerinde rahmetin eserlerine mazhar olan dünya, bu sefer bütün zerreleriyle kudret tecellîlerine sahne olur.

O ânın başlangıcını, İsrafil Aleyhisselâmın sûra üfürüşü işaretler:

“Sûr’a bir üfürüş üfürüldüğünde,

Yer ve dağlar kaldırılıp tek bir darbeyle parçalandığında,

İşte o gün olan olmuştur.”15

Sûr’un nasıl bir şey olduğunu bilmiyoruz; çünkü onu ne gördük, ne sesini işittik. Kur’ân’ın haber verdiğine göre, biri kıyametin kopması, diğeri de ölülerin dirilip haşir meydanında toplanması için olmak üzere, Sûr’a iki defa üfürülecektir. Bir üfürülüşüyle kıyamet koparan bir Sûr’un ve sesinin, elbette ki, gördüğü işe münasip bir şekli ve azameti olmalıdır. Ancak bunlar bizim bu dünya hayatındaki ölçülerimizle tartılacak şeyler değildir. Bununla birlikte, Peygamberimiz, bilmediğimiz bu şeyi, bildiğimiz bir şeye kıyas ederek bize tanıtmakta ve Sûr’un “içine üflenen bir boynuza”16 benzediğini haber vermektedir. Bundan da anlıyoruz ki, İsrafil’in sûrunu işiten varlıklar, tıpkı bir boru sesiyle dağılan veya toplanan izci veya asker toplulukları gibi, hep birden o sese cevap verecektir.

Bundan sonrasını tasvir eden birçok âyet vardır:

“O gün kitap sayfalarını dürer gibi semâyı düreriz.”17

“O gün gök erimiş madene döner. Dağlar erimiş yün gibi olur.”18

“O gün yer ve dağlar sarsılır; koca dağlar kum yığınına döner.”19

“Güneş dürüldüğünde,

Yıldızlar sayıldığında,

Dağlar yürütüldüğünde,

Gebe develer başıboş kaldığında,20

Vahşî hayvanlar toplandığında,21

Denizler tutuştuğunda...”22

“Gök yarıldığında,

Yıldızlar saçıldığında,

Denizler taştığında,

Kabirler deşildiğinde,

Herkes ne yaptığını, neyi geri bıraktığını öğrenir.”23

“Gök yarıldığında,

Ve Rabbinin emrini dinlediğinde—zaten ona bu yaraşır.

Yer düzlendiğinde,

İçinde ne varsa atıp boşaldığında,

Ve Rabbinin emrini dinlediğinde—zaten ona bu yaraşır.”24

“Yer o müthiş sarsıntıyla sarsıldığında,

Ve bütün ağırlıklarını dışarı çıkardığında,

Ve insan “Ne oluyor buna?” dediğinde,

İşte o gün yeryüzü haberlerini anlatır.

Çünkü Rabbin ona bunu vahyetmiştir.”25

“O gün insanlar yere serilmiş pervanelere döner.

Dağlar atılmış yün gibi olur.”26

Bütün bu tasvirler gösteriyor ki, bugün yeryüzünde yaşanan en büyük felâketler, kıyamet gününün olayları yanında birer çatapat eğlencesi olarak kalmaya namzettir. Bugün on metrelik yer kaymalarından, yirmi metrelik deniz dalgalarından “kıyamet” diye söz eden insanlar, altlarında binlerce kilometre derinlere ulaşan kazanların kaynadığından, üstlerinde süpersonik hızlarla uçuşan göktaşlarının dolaştığından hiç de haberdar görünmüyorlar! Oysa o yer içindekini fırlattığında dağları gören olmaz; o göğün kapıları açıldığında yerkabuğu diye bir şey kalmaz. O gün, kısacık bir zaman diliminde çağların olayları yaşanır, çocuklar yaşlanır, insanın gözü hiçbir şeyi görmez olur. O gün, yeryüzünde Rabbini inkâr eden hiçbir kul bulunmaz! Fakat ibret almak için de, iman etmek için de vakit çoktan gelip geçmiştir.

“İnkâr ederseniz, çocukları ihtiyarlatan o günden nasıl korunacaksınız?

Öyle bir gün ki, dehşetiyle gök yarılır. Allah’ın vaadi gerçekleşmiş demektir.”27

“Ey insanlar, Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyamet gününün sarsıntısı çok büyük bir şeydir.

O günü gördüğünüzde, her bir emzikli emzirdiğini unutur, her bir gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş görürsün. Halbuki onlar sarhoş değillerdir. Lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”28

Bütün yeryüzü ahalisini sarhoşa çeviren bir felâketin büyüklüğünü, elbette ki, en görkemli filmler bile anlatamaz, en güçlü hayaller bile kuşatamaz. O, kâinatta sadece bir defa yaşanacak, benzeri daha önce gelmemiş ve ondan sonra da tekrarlanmayacak bir olaydır. Ve bu olay, ondan çekinmeyenlerin başına gelecektir. Zira Peygamberimiz “yeryüzünde Allah Allah dendiği sürece kıyametin kopmayacağını”29 bildirmiş, “Ancak insanların en kötülerinin başında kıyamet kopar”30 buyurmuştur. Âyet-i kerime de “Dehşetin en büyüğü onları tasalandırmaz.”31 buyurmak suretiyle, bu konuda müminlerin gönüllerine su serpmektedir. Gerçekten de, kıyamet, ancak ona inanmayan, Allah’ı vaadlerinde yalanlayıp Onun huzurunda hesap vermeyi inkâr ederek Ona karşı inatla inkâr ve isyanını sürdüren beşerin en azgınlarına Yer ve Gökler Rabbinin tattıracağı bir felâkettir.

O felâketle artık dünya kapısı ebediyen kapanır, dekorlar sökülür, defterler kaldırılır. Tutulan kayıtlar, başka bir âlemde en ince ayrıntısına kadar hesabı görülmek üzere koruma altına alınır.

Ve âlem, Sûr’un ikinci üflenişine kadar ölüm uykusuna yatar.

 

DİPNOTLAR:

1. Hûd Sûresi, 11:117.

2. Ankebût Sûresi, 29:40.

3. Enbiyâ Sûresi, 21:11-18.

4. Rûm Sûresi, 30:41-43.

5. Buhâri, Fiten: 25; Müslim, İlim: 11.

6. Tirmizî, Fiten: 43.

7. Müslim, İlim: 9; Tirmizî, Fiten: 34.

8. Mülk Sûresi, 67:25-26.

9. A’râf Sûresi, 7:187.

10. Ahzâb Sûresi, 33:63.

11. Tâhâ Sûresi, 20:15.

12. Meâric Sûresi, 70:6-7.

13. Şûra Sûresi, 42:17-18.

14. Necm Sûresi, 53:50-61.

15. Hakka Sûresi, 69:13-15.

16. Ebû Dâvud, Sünnet: 20, 21.

17. Enbiyâ Sûresi, 21:104.

18. Meâric Sûresi, 69:8-9.

19. Müzzemmil Sûresi, 73:14.

20. Arapların gözündeki en değerli mal olan gebe develeri bile kimse umursamadığı zaman.

21. Felâketi sezinleyip de toplandıklarında; yahut felâketin büyüklüğü yüzünden, birbirlerinden korkmayı bile unutarak bir araya geldiklerinde.

22. Tekvir Sûresi, 81:1-6.

23. İnfitar Sûresi, 82:1-5.

24. İnşikak Sûresi, 84:1-5.

25. Zilzâl Sûresi, 99:1-5.

26. Karia Sûresi, 101:4-5.

27. Müzzemmil Sûresi, 73:17-18.

28. Hacc Sûresi, 22:1-2.

29. Müslim, İman: 234.

30 Müslim, İmare: 176; İbni Mâce, Fiten: 24.

31. Enbiyâ Sûresi, 21:103.