TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Kış Gecesiydi… / Hatıra Kutusu

Yaşadığım şehirden biraz uzaklarda, mevsimin yağan ilk karını seyrediyorum... Arabalar geçiyor ve yollarda izler bırakıyor. Yağan karın kalınlığını bir derece tahmin edebiliyorum... Büyükçe bir cadde var önümde. Yolun ortasında belli aralıklarla dikilmiş yüksekçe lambaların ışığında, karların ağır ağır yağışını, bazen de hızlanışını karanlık bir odanın gerisinden seyretmek insana doyumsuz bir haz veriyor.

Ne zaman kar yağsa, özellikle karanlık gecelerde bir lambanın ışığında yağışını seyretmek, bir de camın gerisinde beliren sevgiyle gülümseyen neşeli çocuk yüzlerini görmek beni mutlu etmeye yetiyor. Bu kadarla da kalmıyor kış mevsimi, kapılarda ortak hatıraların resmi geçidinde beni tutuyor ve çocukluğuma atıyor. Hatıralar hatırlanıyor..

Yıllar önceydi. Sanırım mevsimin ikinci karları yağıyordu. Babam dükkandan yeni gelmiş, yemeğini yemiş, gazetesini okumuş sedirde kestirmek üzereyken, meyveler geldi. Tabii ki portakal ve mandalina… Kabukları bile ziyan olmazdı, birazcık kurutulurdu kuzine üzerinde ve kokusu odaya yayılırdı bir tütsü gibi. Hâlâ bu koku burnumda tüter durur. Babam, itinalı bir şekilde soyardı portakalı. Sonrada dilimlerine ayırır; herkese paylaştırır, sevinçle, güle oynaya konuşa koklaya yerdik bu nimeti. Rabbimizin nimeti ne yaz ne kış eksilmiyordu sofralardan. Nimeti Gönderene şükürler ederdik. Kimi zaman usulca, kimi zaman seslice...

Camdan dışarısını seyretmek ne çok önemliydi benim için. Özellikle Ramazandaki davulcunun ve bir de bozacının sesini merak ederdim en çok. Karanlığı delen seslerdi bunlar ve uzaklardan, karanlığın içinden gelen dostça seslenişlerdi. Üşür müydü bu adamlar, ne satar, ne kazanırlardı? Ayakkabıları sağlam mıydı? Bu soğukta bu karda kışta kıyamette sırtlarında bir paltoları var mıydı acaba? Bunları o zaman düşünür müydüm böyle inceden inceye, yoksa öylesine gelip geçer miydi birbir ardı sıra düşünceler... Ama camdan onlara el sallamak arzum kesindi. O karanlıkların içinden önce bir seda, sonra bir karaltı gölge gibi gelip geçen insanlara..

Bizim eski ev zelzele görmüş, birincisinde kıyamdan rükuya varmış; ikincisinde (1967) ise, secdeye varmak üzereyken tarafımızdan yıkılmıştı.

Şimdiki ev, o eski evin küllerinden doğdu. Ah o eski evin mutfak camı! Ne hatıralar gizlerdi benim için. Çavuş üzümleri önünden geçerdi her yaz.. Asmanın bir ucu evin bu köşesine kadar uzanırdı. Asmaların yaprakları sararmaya başladımı anlardık ki, kış kapıda... İnanamazdık çocuk aklımızla bunca yeşillik bir gecede nasılda bembeyaz bir elbiseye bürünürdü. Kimdi bu terzi her varlığa yakışan bir rengi onca renk arasından tercih eden, temizliğin paklığın sembolü beyazı seçen biri olmalıydı mutlaka. Çatılara dantelalar örülürdü melekler tarafından. O zaman bilemezdik daha, her kar tanesinin birbirinden farklı olduğunu. Bunca sene bunca kar tanesi arasında birbirine benzeyene rastlanmamıştı.

W. Bestley’i, bu bilim adamını o zaman henüz tanımamıştım. Ama onun incelediği her bir kar tanesinin sahibini, yaratanını hiçbir tereddüte yer bırakmayacak derecede şeksiz şüphesiz biliyordum.. Hem de bal gibi... Bir kar tanesi beni Rabbime götürmeye yeterken, bu koca kâinatta hâlâ yabancı gibi dolaşan yalnız adamları, Yaratandan uzaklarda kaybolmuşları, hiç anlamadım desem yeridir.

Her ne ise. Ben o gece yine perdeyi aralayıp camdan karın yağışını seyretmeye hazırlanıyordum. Birden kendimi babamın sıcak kucağında buldum. İki eliyle düşmeyeyim diye beni sımsıkı kavramıştı. Baş başa verdik, camdan karın yağışını seyrediyorduk. Bizim ev üç sokağın ağzında olduğundan köşedeki lambamız üç sokağın da karanlıklarını aydınlatmaya yarıyordu. Bakır teller, yavaş yavaş karların ağırlığı altında kalınlaşıp esnese de bu yüke alışmış sayılırlardı. Hele şapkalı sokak lambasının sarı ışığında o karları seyretmek, ne büyük bir mutluluktu Rabbim. Dünyada  cennet köşesi bir mekandı o an benim için. Öylece seyre daldık babamla ve bak sana bir hikâye anlatayım dedi. O bembeyaz karların içinden aklımı, sapsarı kum çöllerin içine, ‘saadet asrına’ çekti birden. Cam aralıklarından sızan soğuklara rağmen, kuzine sobasının sırtımıza vuran sıcaklığı mest ediyordu bizi. Kuzinenin üstü de hiçbir zaman boş durmazdı. İki kap yemeklik malzeme demlenirdi daima. Bir gözünde de sıcak su hazırdı hep. Sedirle kuzine arasındaki minder, iki ev değiştiren Van kedimiz gümüş ile benim paylaşamadığımız köşeydi...

Babam anlatırken sobanın sıcaklığı Gümüş’ü gevşetmiş olmalı ki, kedimizin hırıltıları ya da ‘Ya Rahîm’leri kulağıma takılıyordu. O gece babamdan dinlediğim bu asrı saadet öyküsüne yıllar sonra yazılı bir kaynakta rastlayınca inanın ki çok duygulandım.

Babamın anlatış tarzı, üslubu ve kullandığı kelimeler bende saklı kalsın, bu olayı kaynağından aynen aktarıyorum:

“Bir gün Hz. Peygamber, Allah yolunda cihad etmenin faziletinden bahsediyordu. O kadar ki, o yolda şehit düşenlerin karşılaşacağı nimetler ve göreceği ikramlar dinleyenleri âdeta mest ediyordu. İşte bu dinleyenlerin arasında Nevfel adında birisi de vardı.

Silahını kuşanıp atına binip Hz. Peygamberin yanına geldiği zaman, anneciği de yanında idi.

Kadıncağız ağlayarak:

“Yâ Rasûlallah! Benim gözümün yaşına acı. Benim hayatımda gören gözüm ve tutan elim bu oğlumdur. Bundan başka sığınacak kimsem yoktur. Çok garip ve fakirim. Oğlum da çok gençtir. Harb etmesini bilmez. Soğuğa sıcağa dayanamaz. Sonra ben yalnız kalır kötü durumlara düşerim. Kimse hâlimi bilmez.” dedi.

Resûl-i Ekrem kadına acıdı ve Nevfel’e:

“Evladım ben sana kefil oluyorum. Cihad sevabını aynen alacaksın. Şehid olma mertebesini de kazanacaksın. Yaşlı ve kederli annenin rızâsını al, göz yaşlarını akıtma. Bize şefaate gelmişken onu ayrılık ateşine yakma.” buyurdular.

Nevfel:

“Yâ Rasûlallah, beni cihaddan geri bırakmayınız. Bu arzumdan vazgeçmek elimde değil. Hak yoluna canımı ve başımı koymuşum. Anneme dua buyurunuz Rabbim ona çok sabırlar versin.” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, Nevfel’in annesine:

“Gel bu yiğiti hayırlı yoldan alıkoyma!” buyurdular.

Annesi Hz. Peygamberin ricası karşısında :

“Yâ Rasûlallah, oğlum savaş hâllerini bilmez, ama onun her halini koruyup gözetmen için sana ısmarladım.” dedi.

Hz. Peygamber kadıncağızın bu dileğini kabul ettiler.

Sefer bitti ve İslâm ordusu, pek çok ganimetle birlikte geri dönüyordu. Ancak bazı sahabeler şehit olmuşlardı. Nevfel de onlardan biriydi.

Nevfel’in annesi Resûl-i Ekrem’in huzuruna varıp, oğlunu sordu. O Şefkatli Nebi bu haberi annesine vermekle onun gönlünü incitmekten çekindi.

“Geride kaldı, gelenlerden sor!” buyurdu.

Kadıncağız, Hz. Ali yanına geldiğinde ona sordu. Hz. Ali:

“Resulullah’tan sordun mu?” dedi.

Kadıncağız:

“Evet sordum.” deyince, Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in kadının kalbini incitmemek için böyle söylediğini anladı ve arkadakileri göstererek:

“Geriden gelene sor.” dedi.

Kadıncağız geriden gelen Hz. Osman ve Hz. Ömer’den de aynı cevabı aldı. 

Yol bekleyen gözleri Hz. Ebu Bekir’i gördü. Nevfel’ini, Hz. Ebu Bekir’den sordu. Resûl-i Ekrem’in mağara arkadaşı, mübarek sakalını dudakları arasında sıkarak içinden:

“Ya Rabbî, bir gönül kırmaktan Habib-i Ekrem’in sakındı ve Ali ve Osman ve Ömer de kaçındı. Ben zor bir halde kaldım. Eğer Nevfel’in şehit olduğunu söylesem Hz. Peygambere muhalefet etmiş olurum. Eğer geride kaldı, geliyor desem, yalan söylemiş olurum. Doğru söylesem, bir gönlü yıkmış olurum. Yalan söylersem din yıkılır. Sen bana bir söz ilham et. Bu annenin yanık yüreğini teselli edecek bir kolaylık ihsan eyle.” diye dua etti ve içten gelerek: “Yâ Allah!” dedi.

O anda okun yaydan çıktığı gibi Nevfel, elinde kılıç olduğu halde süratle geldi. Hz. Ebu Bekir’e selam verip:

“Beni mi çağırdın yâ Ebu Bekir, buradayım!” dedi. Hz. Ali’ye ve bütün ashab-ı Kirama selam verdi. Bütün sahabeler hayrete düştüler.

Zübeyr bin Avvâm diyor ki: Resûllullah (sav) seferden dönünce mescide gidip iki rekat namaz kılar idi. Bu sefer de Resul-i Ekrem mescidde oturuyordu. Kapıda bir kalabalık toplandı. Nevfel’in içeri girip selam verdiğini gördüler. Resûl-i Ekrem Nevfel’i karşılayıp selamını aldı. Otururken:

“Bu, Allah’ın bir âyetidir, acaba kimin duasıyla meydana gelmiştir?” dedikleri sırada, Cebrail (as) gelip:

“Ya Rasûlallah! Şükür secdesi et! Cenab-ı Hak, ümmetinden Hz. İsa gibi ölüleri dirilten birini yaratmıştır. Allah selam ediyor, mağara arkadaşın Sıddık sakalı ağzında iken bir kere daha “Yâ Allah” deseydi, İzzetim ve Celalim hakkı için bütün şehidleri diriltirdim. Ben, Ebu Bekir’den razıyım. O da benden razı mıdır? Onun sözünün üzerine Nevfel’i dirilttim. Çünkü o cahiliyet devrinde yalan söylememiştir.” buyurduğunu haber verdi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, Hz. Ebu Bekir’in sakalını öpüp Cebrail’in getirdiği müjdeyi haber verdikten sonra:

“Allah sana büyük bir ikramda bulunmuştur. Rabbim’e hamd olsun ki, ben dünyadan ayrılmadan önce ümmetimden Hz. İsa gibi Allah’ın izniyle ölüleri dirilten birini gösterdi.” buyurdu.

Bu olaydan sonra Nevfel iki yıl daha yaşadı. Evvelki oğullarından başka iki oğlu daha oldu. Sonra Yemâme cenginde şehit oldu.

İşte böyle sevgili okuyucu. Bir söz ki samimiyetle anlatılmış, kalpten gelerek söylenmiş ise, kırk yılda geçse üzerinden unutulmaz.

Bugün bir evlat bir oğul olarak seslenmek istiyorum babama: “Merak etme, ne yapsak bir türlü ısınmayan o evde ben üşümedim. Sevgin ısıttı yüreğimi. Ruhum ruhunla yürüyordu, yanaklarımızdan süzülen gözyaşlarımız ilk defa ve belki de son defa o gece birbirine karışıp süzüldü.

Yaşadığımız, bize yaşattığın güzel hatıralar ile bu soğuk günde de yine üşümüyorum. Bir hatıracığını anmak bile ruhumu ısıtmaya yetti.

Sen şimdi yanımda yoksun belki ama, ben yüzüme değen ilk kar tanesiyle beraber sana dualar göndereceğim ve hatıranı anacağım.

Şimdi ben yıllar sonra o camın önünde oturuyorum ve bu hatırayı yazıyorum. Gözümde yaşlarla ve dilimde dualarla. Rabbim hiçbir güzelliği gizli bırakmasın.

Allah kar gibi bembeyaz bu günlerde hayırlarımızı, niyetlerimizi ve sadakalarımızı çoğaltsın, kara günler kara kışlar göstermesin inşallah.