İlk yaz sabahlarının üşüten serinliği, öğle üstlerinin ise yakıcı sıcaklığını hatırlarım hep, karne günlerini düşündüğümde. Her yaşın ve herkesin yaşadığı bir zorluk vardır mutlaka. Benim için bunların en başında karne günleri gelirdi. Haziran, dananın kuyruğunun koptuğu aydı. Bir kağıt parçası, bir yıllık çalışmamızın göstergesi olurdu. Ara karneyi hiçbir zaman Önemsemedim ama; anaya-babaya, amcaya-halaya, teyzeye-dayıya, bir de gözü hep üzerimizde olan ona buna ve bir ordu komşuya, derdimizi anlatmak hep güç olmuştur. “Geçeriz merak etmeyin.”, “Zayıfları şişmanlatırız.” vaadlerimize aldıran yoktu. Yakınlarımız için karne, bizden önemliydi sanki.
Haziran karne ayıydı ama eriklerin, çileklerin ve kiraz gibi nazlı meyvelerin de peş peşe geçip gittiği, erkenden elveda dediği bir mevsimdi. Bunu fark eden kaç kişiydi acaba? Tek tesellimiz limonlu dondurmamızdı haziranda. Yedi ay sürerdi beraberliğimiz... Tadı, damağımdadır hâlâ. Serinliğini bugün gibi hatırlarım.
Aman Allah’ım ne çarpıcı ve ne keskin bir kokuydu o. Kışın kömürün ciğer delen kokusu ne ise, akasyaların ıhlamurla beraber bu mevsimde kendini bütünüyle hissettirdiği “buradayım, bende varım” dercesine ruha sinen kokusu aynı keskinlikte idi.
Okulla evimiz arası çok uzak sayılmazdı. Kestirmeden ulaşmak istediğimde hele biraz da acele ve heyecanla yola çıktığımda, yemyeşil ve kopkoyu gölgeli ağaçların birbiri ardınca sıralandığı beş komşu bahçeden geçe geçe okulun bahçesinde veya giriş kapısının hemen solundaki havuzun başında olurdum. Her sene sonunda sıradan da olsa tören buradan başlardı. Elimize tutuşturulacak bir kağıt parçasının adına “karne” diyorlardı. Ne ismini, ne şeklini ve ne de kompozisyonunu hiçbir zaman sevemedim bu belgenin... Belki de insanın gerçek kıymetinin bir kağıt parçasına bırakılamayacağından veya indirgenemeyeceğindendi çocukça isyanım.Tam olarak bilemiyorum ama karneyle başım hoş değil. Eh bu kadarcık bir saflık da hoş görülür zannederim o günler için.
Kediden, kargadan, güvercinden çekine çekine ufacık bir yem kırıntısına, seke seke ve dikkatle yürüyen bir serçeciğin yüreği gibiydi pır pır atan kalbimiz.Yarının büyük ümitleriydik bizler. Uzun uzun, anlı şanlı nutuklar atılırdı okulun önündeki dokuz basamaklı merdivenin üstünde. Âdettendi hep bunlar. Simsiyah önlüklerimizin içinde, kolalı yakalarınız gibi bembeyaz hayallerimiz vardı. Ne zaman bitecekti bu konuşmalar? Sıkılırdık. Sokak satıcılarının boğuk megafonlarından çıkan kısık kesik patlak sesler gibi konuşmalar doldururdu çocuk kulaklarımızı, konuşulanların bitmesini sabırsızlıkla beklerdik. Ama heyecanları tam anlaşılmayan küçüklerdik. Karne günleri, sonuç iyi de olsa kötüde olsa, asla iyi bir şey değildi benim için. Hâlâ o günden bu yana hiçbir şey değişmedi dünyamda. İnsan, evrendeki yerini, kıymetini ve Yaratanının katındaki değerini kendi içinde ve vicdanen çok iyi biliyor ve çok iyi hissediyordu. İyilik meleği kalbimizin tam ortasında dolaşıyordu.
Kediler ve köpekler ayrı köşelerde ama mutlaka en iyi yerlerde deliksiz öğlen uykusu için uzanmış yatarken, biz güneşin altında yanıp kavruluyorduk. Üstelik de onca emeğimizin tam takdir edilemeyişinin bilinci içinde kıvranıp duruyorduk. İnsan bir kağıt parçası mıydı? Zihnimiz sadece tatil neşesiyle meşguldü veya öyle olması isteniyordu, o kadar... Küçük de olsak ruhumuzda gizlenen hamle ve atılım gücü bir karne telaşı içinde eriyip gidiyordu o günlerde. İş tatilde başlıyordu halbuki. “İşte gerçek dinlenme zamanı, işte kitap okuma mevsimi” diyen ve ruhumuzu bir raf dolusu kitapla süsleyen şefkatli elleri ve kalpleri çok aradık durduk. Bu mevsimde kitapla beslensek, böylesine zengin bir kültür hazinesiyle tatile girmiş olsaydık çok şeyler değişecekti hayatımızda. İşte o zaman ıhlamurun, akasyanın kokusu, bahçelerin koyu gölgeli yeşilliği, kirazın, çileğin bütün bu şeylerin anlamı şüphesiz bir başka olacaktı. Çocukluğumun hasretle beklediği bu kitapla dolu günler hiçbir zaman gerçekleşmedi o yıllarda. Daha da kötüsü, günün birkaç saatini büyük bir zevkle geçirdiğimiz, okulumuzun kütüphanesinin kapısına da tatille beraber kilit vurulurdu.
Ahh!... Hayaller gerçek olsa, Alaaddinin sihirli lambasından çıkan bir cin olsa idi karşımda, tek arzum her çocuğun odasını boyu kadar kitaplarla donatmasını ve onların içinde kaybolmalarını isterdim herhalde. Ruhlarımızın da gıdaya ihtiyacı var. Gerçek başarı karnesi işte bu olurdu o zaman. Sevindiğimiz veya üzüldüğümüz o karne ile her şey bitmezdi. Aksine, hayatımızın en doyurucu mevsimine girmiş olurduk. Çocuğunun bu saf ve temiz hayallerini ruhunda hisseden tek bir anne veya baba, bu arzumu kendi imkânı ve gayreti ölçüsünde gerçekleştirirse, yıllardır yaşadığım bu acı, bir nebze olsun dinmiş olacaktır. Küçüklerin büyüklerden istediği sadece bisiklet, oyuncak veya bilgisayar değil elbette, belki de çocuklarımızın dile getirmediği ama bilin ki en önemli arzuları bu husus olsa gerektir.
Lütfen hayatı bir kağıt parçası üzerindeki sevince veya hüzne dönüştürmeyelim. Siz onlara her şeyi alabilirsiniz, hatta imkânınız müsait ise bir çok şeyi de verebilirsiniz ama kitapların verebileceğinden daha fazlasını asla veremezsiniz, veremeyeceksiniz. Gençlerimize ve çocuklarımıza karne günlerinde kucak dolusu sevgili ve sevimli kitaplar verelim; onlara ideal verelim. Yoksa, okumayan büyüklerin bu okumayan küçükleri, takdirle tebrikle sınıflarını geçseler de bir gün gelip hayatta yaya kalacaklardır. Sevgi verelim, ideal verelim. Okumayı sevdirelim onlara. Okumanın sadece tatil işi veya boş vakit işi olmadığını da anlatalım. İlgilerini çekecek kitaplar o kadar çok ki, boş vakitlerinde ancak oynayabilirler çocuklar. Yıllar sonra geriye dönüp baktıklarında zaten bir çok akranı gibi onlar da bu kuru ve boş karne sevincini zaten unutacaklardır ama ruhlarını doyurup geleceklerini aydınlatacak kitapları hiçbir zaman unutmayacaklardır. Tabii ki onları kendilerine armağan edenleri de. İşte sisli puslu hatıralar arasından görülen karnenin beyazı ve yaz sabahlarının ayazı. Bırakalım abartılmış sevinç ve hüzünleri... Çocuklarımız ne ise öyle kalsınlar. En saf ve en temiz yüzlerle, geleceğe korkuyla değil, ümitle baksınlar.
…
Bir küçük hatıra: Bu yazıyı yazarken, yıllar öncesine gitti aklım. Sokağımızın en yaramazı ve en korkulan tipi haline gelen yakın komşumuzun çocuğu ile evimizin balkonunda ettiğim bir sohbeti hatırladım. “Orkun, dileklerin kabul edilecek olsa, bugün Allah’tan ne isterdin?” dedim. Yara bere içindeki elleri ve yüzü ile bütün güzelliğine rağmen yine de korkunç görünüyordu. Bu sorumun ardından birden ferahladı ve gülümsedi, derin bir ah çektikten sonra 7-8 yaşındaki bir çocuktan hiç beklenmeyecek bir olgunluk ile şunları söyledi:
“Bir kamyonum olsun isterdim. Ağzına kadar kitap doldururdum. Sokak sokak dolaşır kitapları olmayan çocukları arardım ve onlara bu kitapları dağıtırdım.”
Yıllardır bu konuşmayı hiç unutmadım. Öylesine bir soruya işte böylesine bir cevap almıştım. Çocukları küçük görmemenin benim için en büyük mükafatı o gün bu oldu. Deneyin, sanırım siz de bana hak vereceksiniz.