TR EN

Dil Seçin

Ara

Suç Ve Linç

Özgürleşmiş ve daha iyi bir toplumu, Adorno’nun ifadesiyle, insanların hiç korkmadan farklı olabilecekleri bir toplum” olarak anlamaya hayli uzak olduğumuzu itiraf etmek zorundayız.

İçinde yaşadığımıza benzer; düşünmenin, insanın özgürleşme çabası olarak kabul görmediği ve hemen herkesin kendi doğrularına kölece bağlandığı bir toplumda son sözü hep şiddet söylüyor. Bütün ilişki ve alış-verişlerin boyun eğme-eğdirmenoktasına kilitlendiği bir toplumda, aile içinden sokağa her alanda şiddetle karşılaşmak şaşırtıcı değildir. Çünkü, baskıcı ve köleleştirici bir toplumsal yapıda -her şeyde varlığına yönelik bir tehlike işareti gören- paranoyak bakış, az çok herkesin bakışıdır. Bu bakışın dünyayı nasıl bir yere çevirdiğini en iyi, nerede bir ‘cadı avı’ başlatılmışsa bu cadı avına hevesle katılan kalabalığın, kurbanları üzerinde nasıl bir şiddet uyguladığına bakarak anlayabiliriz.

Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük”ünde Linç kelimesinin açıklaması şöyledir: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak, taş, sopa gibi araçlarla döverek öldürmesi.”

Linç’in, sözlüğün verdiği tanımda geçen suç’ unsuru ile arasındaki bağ, üzerinde durulmayı hak ediyor. Zira, bu bağ linçe giden sürecin başladığı yeri, bir zihniyeti bize işaret eder.

Elias Canetti, Kitle ve İktidar” isimli kitabında, mütecaviz kitle’yi anlatmaya şu sözlerle başlar:

Mütecaviz kitle çabucak ulaşılabilecek bir hedefe dayanır. Hedef bilinir, açıkça tanımlanmıştır ve üstelik yakındır da. Bu kitle öldürmeye çıkmıştır ve kimi öldürmek istediğini bilir. Bu hedefe kendine özgü bir kararlılıkla yönelir ve bu konuda aklını çelecek hile yoktur. Hedefin beyan edilmesi, yok edilecek olanın kim olduğunun duyulması kitleyi oluşturmaya yeter. Öldürme hedefine kitlenme özel bir konsantrasyon türüdür ve aşılmaz bir yoğunluk taşır. Herkes olayda yer almak ister; herkes bir darbe vurur ve bunu yapmak için kurbana olabildiğince yakınlaşmak amacıyla diğerlerini iter. Kurbana kendi vuramasa da, diğerlerinin ona vurduğunu görmek ister. Her kol sanki hepsi tek bir kolmuş ve aynı yaratığa aitmişçesine havaya kalkar. Ancak en çok, vurma işini gerçekten yapan kolların değeri vardır. Hedef aynı zamanda en yüksek yoğunluk noktasını oluşturur. Katılan herkesin eylemlerinin birleştiği yerdir hedef. Hedef ve yoğunluk örtüşür.

Mütecaviz kitlenin hızlı büyümesinin önemli bir nedeni, hiçbir riskin bulunmamasıdır. Risk yoktur, çünkü kitlenin sınırsız bir üstünlüğü vardır. Kurban, kitleyi oluşturanlara hiçbir şey yapamaz. Ya bağlıdır ya da kaçış halindedir, vurarak karşılık veremez; savunmasızlığı içinde yalnızca bir kurbandır...”

Elias Canettinin, mütecaviz kitlenin nasıl oluştuğunu ve bir kez oluşup harekete geçtiğinde nasıl bir davranış ve ne tür bir şiddet gösterisi sergilediğini, bu kitleyi oluşturanların arasındaki kurucu şiddeti ve kurbanları üzerindeki apaçık vahşet uygulamalarını anlatan yukarıdaki ifadelerinin bu denli çarpıcı ve sarsıcı bir etki taşıması, anlatının tümüyle ‘çıplakoluşundan kaynaklanır. Canetti, bize mütecaviz kitlenin hareketlerini aklileştirebileceğimiz hiçbir gerekçe sunmaz. Anlatılan vahşi manzarayı, bu biçimiyle, en azından bildiğimiz dünyada anlaşılır bir yere oturtabilmemiz imkansızdır. Oysa Canetti tam da bildiğimiz dünyada gerçekleşen bir şeyden bahsetmektedir. Burada, bildiğimiz dünyada yaşandığını bildiğimiz, hiç te az şahit olmadığımız bir şeyden... Ama biz her defasında, gerçekleşen bu şeyi farklı okuruz. İfade biçimleri, olan şeye hep şık elbiseler gibi giydirilir. Çünkü gözlerimizin önünde olup bitenler; o saf, çıplak ve sert hakikat, bu eksik biçimiyle bir türlü gerçekliği karşılayamaz. Olmuş ya da olmakta olan, o katkısız parça, bir türlü gerçekliği doldurmaz; orada o hâliyle bırakılsa, zıvanadan çıkmış gibi gerçekliğin hayalî duvarları arasında oradan oraya çarparak, yerinde ve sağlamzannettiğimiz her şeyi parçalayabilir. Olmuş olan’ın bu eksik biçimi, onun görülen kadarolduğunu sezdirme tehlikesi içerir.

Canettinin anlatımındaki çıplaklığın rahatsız edici olması, böylece bir parça anlaşılabilir. O, mütecaviz kitleyi harekete geçiren sebepleri, yani kurban(lar)ın bu kitleyi kışkırtan suç’larından söz etmez. Kurbanın nasıl lânetli bir eylemde bulunup ta mütecaviz kitleyi -sanki bir fizik yasasıymış gibi- üzerine çektiği hakkında bilgimiz yoktur. Sıradan insanların kararlılıkla bir araya gelerek saldırdığı, yumrukladığı, tekmelediği, parçalamak istediği kurban içinde yaşadığı toplumun hiç hazzetmediği fikirleri mi savunmaktaydı, halkın hassasiyetleri”ne mi dokunmuştu yoksa adi bir tecavüzcü ya da hırsız mıydı bilmiyoruz, çünkü Canetti bu noktayı kasıtlı olarak dışarıda bırakmıştır. Her ne kadar o, öne çıkarmaya ve göstermeye çalıştığı yönler açısından böyle bir anlatımı tercih etmiş olsa da, bu anlatım bize gösterilmeyeni fark edebilme imkanı tanır: Kurbanın suçlarından, günahlarından söz etmek, maruz kaldığı vahşeti aklileştirir. Bu aklileştirme, kitlenin tecavüzünü meşrulaştırmaz ve şiddete ortak olanların yasalar karşısındaki durumunu da değiştirmez; ama böylece bütün bunlar, şimdi, askıda bırakılabilir. Kitle, kurban tarafından kışkırtılmış, provoke edilmiş, dizginlenemez düzeyde harekete geçirilmiş, yasanın sınırlarından taşırılmıştır. Kurbanın suçu mütecaviz kitlenin, bir ayine katılır gibi linçe koşan halkın suçunu bastırır, görünmez kılar; hatta kurban askıda bırakılanı’, yani üzerinde ölçüsüzce şiddet uygulayanların suçlarını da üstlenmek zorundadır. Evet halk sınırı aşmıştır, ama kurbanın bağışlanamaz suçu halkın masumiyetini garantiye alır.

Her şey olup bittikten sonra ortaya çıkan yetkili ağızların, halkımız tahriklere kapılmasın” şeklindeki yatıştırıcı, sağduyuya çağrı yapan sözlerinde, halkın ebedi masumiyetine duydukları inancın ışıldadığı görülür. Elbette bu halka, linç gibi berbat bir işe kalkışmış veya açıkça ya da içten içe onaylıyor olanlar da kolayca dahil ediliverir.

Kurbanı ölüme sürükleyen Suç’un, linçe bilfiil veya onaylayarak katılanların zihinlerini bir hayalet gibi mesken tuttuğunu biliyoruz. Bu hayalet, yapılan eylemdeki o açık kötülüğü görebilmeyi sürekli engeller, kovulması da zordur. Amerikadaki zenci karşıtı ırkçılığın en vahşi dönemlerine ait linç olaylarını belgeleyen fotoğrafları hatırlayalım: Astıkları zencilerin yanı başında sırıtarak poz veren sivilve beyaz adamların o iğrenç tatmin olmuştuk ifadesi yansıtan yüzlerinde, bir suçluyu cezalandırmış olmanın keyfi açıkça okunabilir. Katillerin bakışında şüpheye yer yoktur: Suç, zenciyi öldürmek değildir. Suç, zencinin bedenidir. O siyah derisinin çağrıştırdığı her şey: Konuşması, yürüyüşü, kıvrak dansları, kokusu... O bir zencidir, insan bile değil. Öyleyse bir zenciyi öldürmenin nesi kötü olabilir ki?

Bu uç örnek, farklı coğrafyalarda yaşanan benzer olaylar hakkında fikir verebilir. Kendi ilkel hukuk anlayışını hayata geçiren mütecaviz kalabalıkların linç girişimine maruz kalanlar, halkı kışkırtan suçlarının -bunların asılsız olduğu sonradan anlaşılsa bile- gölgesinden kolay kurtulamazlar.

Suç, aklileştirici parçadır. Olup biteni meşrulaştırmaz belki, ama bu dünyanın gerçekliğine uyumlu hale getirir. Topluca delirmediğimize inanmamız, bu aklileştirici parçanın varlığıyla mümkündür. Yanı başımızda yaşanan bu türden olayları aktaran metinler, bu aklileştirici parçayı teşkil eden kelimelerden arındırılsalardı, elimizde Canettinin yazdıklarına benzer metinler kalırdı: Akıldışı, anlamlandırılmaya direnen bir şiddetin görünümü.

Linç gibi insanlık dışı şiddet patlamalarına alan bırakmayan, sağlıklı bir toplumsal yapının korunabilmesi için, herkesin kendi adalet anlayışını uygulamasına yol açacak biçimde toplumsal ağda yırtılmaya yol açan, gözü dönmüş şiddet pratiğinin önündeki araziyi temizleyen, bu olaylara mazeret üreten argümanların dile getirilmesine karşı çıkmak, dinlemeyi reddetmek gerekir. Slavoj Zizek, günümüzde yeni ırkçılığın ortaya çıkışı karşısında izlenenecek stratejinin, ırkçılığı gerekçelendiren sözleri telaffuz edilemez hâle getirmek olması gerektiğini söyler. Zizeke göre, “‘Auschwitzde aslında kaç kişinin öldüğü’, köleliğin iyi yanları’, işçilerin kolektif haklarını kısmanın zorunluluğuvs. gibi konular kesinlikle tartışılmamalıdır; burada utanıp sıkılmaksızın dogmatik” ve terörist” bir tavır takınarak, bunların açık, rasyonel, demokratik tartışma konuları olmadığı söylenmelidir.”

Zizekin önerdiği strateji, burada da işe yarar görünüyor. Irkçılığın yüksek sesle duyurmaya çalıştığı ‘kurbanın suçları’nı dinlemeyi reddetmek ve olmuş olana bütün çıplaklığıyla bakabilme cesareti, karşımıza “öteki” olarak çıkarılanın bizimle aynı dünyada kendi macerasını yaşayan bir insan” olduğunu keşfedebilmeyi mümkün kılar.