TR EN

Dil Seçin

Ara

Özgürlüğün Dışında: Gece (Otoritarizme Dair Siyah-Beyaz Kareler)

-I-

“Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmaya başladı bile.”*

Gecenin inişi böyle başlar. Gün ışığı ufku kızıla boyarken, siyah sular çukurları ağır ağır doldurur. Gecenin acelesi yoktur, akışının keyfini çıkarır. Hatta önündeki zamanın uzun ve yalnız ona ait olduğunu bilmek, simsiyah gövdesini hazdan titretmektedir.

Karanlık, bütün düzlükleri kaplayıp en cılız ışıkları boğduğunda, gece, insanların yüreğini de doldurur.

 

-II-

“Onların işi geceye hazırlamak: Genç kasları, gece gelince daha kolay soyunsunlar diye, soyunmaya alıştırmak örneğin. Çıplak etlerinin içine doğru ince, soğuk demirler iteleyerek, kızgın saçmalar gömerek bu etlere, onları gecelerin en uzununa alıştırmak.”

 

İşi geceyi hazırlamak olan birileri var. Onlar, “gecenin işçileri”, gecenin her noktaya bütün yoğunluğuyla dolacağı bir ortamı hazırlamakla görevli.

Görevlerinin bir parçası da, genç gövdeleri geceye hazırlamak. Onları soyunmaya alıştırarak, geceyi çırılçıplak karşılamalarını, geceye çırılçıplak karışmalarını, yani savunmasız, gecenin en ufak dirençle karşılaşmadan içlerine dolmasını beklemeye hazırlamak.

Genç gövdeler, gecelerin en uzununa alışıyor. Gece onlarla besleniyor, etlerine gömüldükçe.

(Sana, gecenin ne olduğunu soracaklar mı? Sanmıyorum. Ama seni küçümseyecekleri kesin. Gecenin işine karışmak mı, ne gülünç! Senin gövdenin üstünde çalışılmadı mı sanıyorsun? Gece, açılan kanallardan, yarıklardan, çatlaklardan içine aktıkça büyüdüğünü, hatta çoğaldığını, yaşadığını, gençliğinin geçmişi ve geleceği kuşattığını hissetmedin mi? Gece, ölümsüzlük değil miydi? Benliğinin büyük, çok büyük bir idealin içinde yitip gitmesi, ama aynı zamanda böylece dev boyuta ulaşması değil miydi? Bereketli bir kaynama, kaynaşma değil miydi gece: Karıncalar gibi çalışan, uyumaya ve rüya görmeye ihtiyaç duymayan insanların sonsuz, göz alıcı hareketliliği? Heyecanla ürpertmiyor mu hâlâ: Atılmak için sabırsız çelik gibi vücutlar, aynı anda inip kalkan kollar, sert adımlar, keskin ve soğuk bakışlar… Tarihin üstünde ancak böyle yürünür. Güçlü, korkutucu, acımasız ve ihtişamlı. Gece, bizim tarihsel yürüyüşümüzdür. Parçalanmadan, dağılmadan, un ufak olmadan.

Böyle diyecekler.

Gecenin düşünceyi de örttüğünü çok iyi biliyorlar).

 

-III-

“İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçünmeyi, olanı biteni görmeye çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmaya başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak.”

 

Gece dağları, tepeleri, ovaları, şehirleri, caddeleri, sokakları, gökdelenleri, gecekonduları, giderek insanların en gizli duygularını, düşüncelerini istila ettiğinde görülecek bir şey kalacak mı?

İnsanlar, olup biteni önce şaşkınlıkla, sonra korku ve yılgınlıkla, nihayet umursamazlıkla izliyor. Geceye alıştıkça, üstlerinden günün son kalan izleri de siliniyor. Gecenin niyeti, başlangıçta korkuları ve kuşkuları canlandırmaktı. Şimdi sıra o kuşkuları ve korkuları kendi kör karanlığında silip yok etmeye geliyor. Gecenin niyetinden kuşkulanmayacakları, ondan korkmayacakları noktaya gelecekler. Gece, dilediklerine inanabilme özgürlüğü sunacak. İnsanlar en derin korkularının dibinde korkunun yersizliğine inanacaklar. Geceden duydukları kuşku, rahatlamaya dönüşecek. Şimdilik kuşku ve korku, geceyi hazırlayan, geceye hazırlayan aletler gibi üstlerinde çalışıyor.

Gecenin işçilerinden korksalar da giderek onlara benzeyecekler.

 

-IV-

“Gecenin işçilerinin bu bölüğü, duvarlara, kapılara, direklere, yollara, taşa tahtaya yazı yazmakla görevlidir. Herkesin uyuduğu ya da ışığını söndürüp karanlıkta kaygıyla beklediği saatlerde bunlar “Gece Gelecek” diye yazarlar şehrin her yanına.”

 

Eskiden de tek tük rastlanırdı benzer yazılara. Okuyanlarda, olsa olsa yakın ya da uzak geçmişin tatsız, kötü anılarını tazelemeye sebep olurlardı. Sabahları sokak ortasında bulunan cesetleri, buharlaşan insanları, çekilmiş bıçakları, kanla kirlenmiş sayfaları…

Sonra sayıları çoğaldı. Duvarlardan, kapılardan, direklerden, yollardan taştılar. Gece yaklaştıkça kelimeler hareketlendi, kendilerini kilitleyen ne varsa söküp attılar; baskı makinelerinden, fiberoptik kablolardan, uydulardan sızarak her yere yayıldılar.

Kimileri, küçümsedi onları. Heyecanlı gençlerin boş heveslerine ya da takıntılı yaşlıların modası geçmiş fikirlerindeki inatlarına yordular.

Kimileri, işin ucu kendilerine değinceye kadar olup bitenle ilgilenmemenin akıllıca olacağını düşündü. Zamanı gelince soyunmanın da bir erdem olduğunu hatırlamak gerektiğini bir yere not ettiler.

Kimileri, yeniden önemli adamlar sırasına girecekleri zamanın yaklaştığına inanıp iştahla avuçlarını ovuşturdular.

Kimileri, önemli adamlar sırasından çıkarılacaklarını bildiklerinden, hiç değilse dokunulmazlık sağlayacak bir şeylere sahip olma telaşına kapıldılar.

Kimileri, tuhaftır ama giderek hayatlarını kuşatma altına alan bir karanlıktan kurtulacaklarını düşünerek sevindiler.

Kimileri, geleceğini duyuran şeyin barındırdığı akıl dışılığın, kendini gerçekleştireceği bir ortamı hazırladığını görerek dehşete kapıldılarsa da bir cisim kazanıncaya kadar ve belli bir cisim kazansın, görülür olsun diye hayaletiyle savaşmayı göze aldılar.

Çoğunluk ekmeğinin peşinden koşmayı sürdürdü. Gece gelsin gelmesin, çocukların karnı doyurulmak zorundaydı.

Gecenin gelişi, tüm yurtta böyle karşılandı.

 

-V-

“Adamların yerlerini bulmaları, almaları uzun sürmedi. Şimdi kıpırtısız bekliyorlardı. Bir uçtan “Gündüz” diye bir ses çıktı bütün ağızlardan. Karşı uçtan, hep bir ağızdan “Gece” diye karşılık verildi. Bu sözler kafamı bir daha karıştırdı. Sonra silahlar teker teker kalkmaya başladı.”

 

Toplumsal cinnet hâlinin zirve noktasına iç savaş diyoruz. Bir toplumun tümüyle çılgınlığı baştan sona kat etmesi. Tarihsel, sosyolojik açıklamalar yapılabilir, ama açıklanamayan şey yüzümüze sırıtmayı sürdürür yine de: Bir gövdenin kendine duyduğu nefret nasıl doğar? Nasıl saldırganlığa dönüşür ve gövde, kendini acımasızca parçalar? Gövdenin “fantezisi”, hayali bölünmüşlüğü hangi eşik noktasından geçtiğinde gövdeyi somut parçalanmaya sürükler?

İç savaş, hep korkunç bir yıkımın ardından saçmalığını ele verir. Kendini bir şekilde bir tarafın parçası olarak bulan kişi, her şey olup bittiğinde, özdeşleştiği şeyin boşluğu ile karşılaştığında, aslında onun baştan beri var olmadığını fark eder. Onu öldürmeye, yok etmeye, “temizliğe” motive eden fantezi nesnesi (Güç, İktidar, İdeal…) ölü yığınlarının üstünde yitip gittiğinde; ya da o fantezi nesnesini sonsuza dek ele geçirdiğine inanan birkaç kişi yeni bir dehşet dalgasını sürüme soktuklarında…

Gece, birçok fantezi nesnesini kucağında taşır.

 

-VI-

“Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü hep birer benzetim olarak, söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük.”

 

Her şey daha açık anlatılabilir miydi?

Belki, diyebiliriz. Ama her şeyin anlaşılır, apaçık ortada olduğunu sanırken bir şey olur, olup bitenler beklenmedik bir boyut kazanır; gerçek diye inandığımız, inandırıldığımız şeylerin yalan olduğu anlaşılır, ya da yalan olduğu “söylenir”. İnanmamak için elimizde bir sebep yoktur. Olgular, olaylar hızla değişir. Yeni gerçeklikler kurgulanır, yeni yalanlar salınır dünyaya. Her yerden üstümüze akarlar. Üstelik açıkça, herkesin gözü önünde yapılmış, üretilmiş, biçimlendirilmiş de olabilirler.

Gizliliğin en yeni sürümü diyebiliriz buna. Zaten yalanlar, kötülükler hep gizli kalmaları için imal edilmezdi. Bugün göz önünde gizleniyorlar. Öyle ki ne zaman açığa çıktıklarını anlamıyoruz bile.

Ama bu hâl, iyi bir fırsat da sunuyor: Olgular, olaylar hızla değişip bizi bir süre sersemletse bile, kendini açığa çıkarmak zorunda oluşu altta yatan, gelmekte olan, gelen kötülüğü hiç değilse fark etmemizi, daha iyisi geç olmadan direnmemizi sağlayabilir.

Gece hepimizin bakışları altında yayılır. Öyleyse bundan daha açık bir dille anlatılamazdı: Onu hepimiz gördük.

...

* Bölüm başlarındaki alıntılar, Bilge Karasu’nun “Gece” adlı romanından.