TR EN

Dil Seçin

Ara

Göğsüne Sımsıkı Bas

Birinci Dünya Savaşı’nda yaralanan ve ömür boyu yatağa mahkûm yaşamak zorunda kalan Fransız şair Bousquet şöyle demiş: “Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum…”

Okuyanın kalbini yaralayacak kadar güçlü bu söz, insanın kendine duyabileceği acımanın olağanüstü şiddeti ile, Nietzsche’nin ‘amor fati’si, yani “insanın hiçbir şeyi geçmişte, gelecekte, sonsuza dek başka türlü istememesi” hâli arasındaki muazzam görünen mesafeyi kat ederek, insana ilişkin durumlara dair çizdiğimiz hayalî sınırları belirsizleştirir.

Bize, kendine acımanın acınacak bir duygu olduğu öğretilmiştir. Felakete, haksızlığa, sefalete ve her türden herhangi bir kötülüğe uğramış başkalarına acımayı bir erdem olarak yücelten geleneksel ahlakî öğretilerin, iş kendine acımaya gelince aynı olumlayıcı tavrı göstermediğini hatırlayalım. Bunun lüzumsuz bir katılık olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü kişinin kendine acıması, varlığını başkalarının insafına terk etmesi demektir ki, bu da insan onurunu hayli zedeler.

Kendine acıma, en dibe, var olmanın sıfır noktasına itilmişliğin itirafı ve ithamıyla bir arada işler. Kendine acımakta olan kişi, aynı zamanda suçlayan kişidir: Kendini, yakınlarını, toplumu ve hatta giderek Yaratıcıyı…

Artık başkalarının yardımı olmadan kımıldayamayacağımız bu acziyetin, acınacak hâle düşmüş olma durumunun en korkutucu kâbuslarımızdan biri olması boşuna değildir. Özel alandan toplumsal alana kadar hayatımıza hep bu korkunun hayaleti eşlik etmektedir.

Toplumsal hayata katılımın talep ettiği sertlikte bir kişilik kazanmanın şartı olarak yeteneklerin sonuna kadar zorlanmasına yönelik talim-terbiye yöntemlerinde bile aynı kendine acımama ilkesinin iş başında olduğu söylenebilir. İlk öğrendiğimiz derslerden biridir bu: Başkalarının sana acımasını istemiyorsan, kendine acımamalısın.

Kendine acımanın bu aşağı görülüşünde ve hatta affedilmez bir hata olarak damgalanmasında, başkalarına yönelik acıma duygusunun nasıl bir mahiyet taşıdığına ve insanlar arasında nasıl işlediğine ilişkin bazı hayra yorulamayacak işaretler bulunur. Elbette bunu biraz daha açmak gerekiyor.

Hıristiyan ahlâkına, eleştirinin ötesinde, en amansız saldırıyı gerçekleştirmiş olan Nietzsche, Hıristiyanca duyguları ve değerleri “décadence” olmakla suçlar. Yani bir çöküntü, bir yozlaşma hâli: “Bir canlıya, bir türe, bir bireye içgüdülerini yitirmişse, kendisine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa, yozlaşmış derim.” Bu yargısını, ahlâkî değerlerin tümünün yoz olduğu, insanı derin bir çöküntüye uğrattığı noktasına kadar taşır. Acıma duygusu, bu ahlâkî değerler açısından önemli bir erdem olarak yüceltilmektedir. Bir Hıristiyan, veya daha kapsayıcı bir ifadeyle bir ‘inanan’ için acımak, vazgeçilemez bir duygudur. Çünkü inanan, yaşamını başkaları karşısında bir sorumluluk duygusuyla kavrar. Ve bu sorumluluğu da ancak acıma duygusuyla yaşamına dâhil eder. Başkasının acısına duyarlı olmak ahlâkın temelidir.

Fakat “anti-christ” Nietzsche, acıma duygusunu aşağılar; onu, insan için en zararlı duygulardan biri olarak mahkûm eder: “Acıma, yaşam duygusunun gücünü artıran gerilim verici duyguların karşıtı bir duygudur. Çöküntü verici bir etkisi vardır. Kişi, acıma duyduğunda gücünden yitirir. Acıma yoluyla zaten acı çekmenin kendisinin yaşama getirdiği güç eksilmesi yoğunlaşır, çeşitlenir. Acı, acıma yoluyla bulaşıcı hâle gelir…”

Peki, Nietzsche, acıma duygusuna karşı acımasız olmayı mı savunmaktadır? Onun heyecanlı ve ateşli sözleri, derinlemesine bir analizle ve sağduyuyla okunmadığında böyle bir yanılgıya yol açabilir. Nitekim onu sosyal Darwinci olmakla suçlayacak kadar işi ileriye götürenler de çıkmıştır.

Nietzsche’nin yargısında, ‘keder’ duygusunu “İnsandaki eyleme gücünün azalması ya da yıkılması” olarak tanımlayan Spinozacı formülün etkisi açıkça görülür. Nietzsche’nin yaptığı, “Aklın kılavuzluğunda yaşayan biri için acıma, kendi başına kötü ve faydasızdır” diyen Amsterdamlı filozofun görüşlerini radikal bir noktaya taşımaktı.

Spinoza’nın bu hükmü de ilk bakışta çelişkili görünür. Fakat o, çok basit ve pratik biçimde bu yüzeysel çelişkiyi çözer ve görüşünü billurlaştırır: “Acımayla herkes kaybeder, çünkü herkes başkalarının kederli hâlini görerek kederlenir. Bu, kuşkusuz doğal bir duygumuzdur, ama onu ahlâkî bir buyruğa dönüştürmemek gerekir; çünkü bu köleleştirici ahlâk herkesi güçsüz kılmaya eğilim gösterir. Başkalarına gerçekten yardımcı olmak isteyen birinin onlara biraz daha güç kazandırmaya, özerklik vermeye çalışması, onlara acıyıp durmasından daha iyi değil mi? Komşunun yardımına kadınsı bir acımayla, tarafgirlik veya hurafecilikle değil, yalnızca aklın kılavuzluğunda koşmak da mümkündür.”

Açık biçimde anlaşılıyor ki, Spinoza, acıma duygusunun karşısında bir acımasızlığı savunuyor değildir. O, acıma duygusunun bir ahlâkî öğretinin konusuna dönüştürülerek, insanların maruz kaldığı acınası durumların bir tür ‘yüceltilmesine’ ve tarihsel olarak sabitlenmesine, ortak bir kederin üretilip çoğaltılmasına karşı çıkmaktadır.

Spinoza’nın etkisindeki Nietzsche de bir ahlâkî öğretinin değeri olarak acımanın, “sefillerin koruyucusu olduğu kadar sefaletin çoğaltıcısı olduğunu” söyler. Nietzsche’yi Spinoza’dan ayıran, sözlerindeki şiddet yükünün fazlalığıdır. Zaten Nietzsche, hele Hıristiyanlık söz konusu olduğunda, bir filozoftan çok kızgın bir savaşçıyı andırır.

Spinoza’nın ve onun etkisindeki Nietzsche’nin karşı çıktığı acıma, insanı hareketsiz kılan, ruhsal ve bedensel olarak çökerten, felç edici bir tür acıma ve onun değer kılınışıdır.

Başkalarıyla yalnızca acıma duygusu üzerinden eşitlikçi ve insanca bir ilişki kuramayız. Yalnızca acıma’da sabitlenmiş bir ilişkinin örneği, dilenci ile hayırsever kişinin donuklaşmış görüntüsüdür. Bu donuk görüntü, insanca bir alış verişin resmi olmaktan uzaktır. En insanî duygulardan biri olan acımanın bu görüntüyü çözüp dağıtacak bir eylemlilik üretebilmesi için aklın kılavuzluğunu dışarıda bırakmamak gerekiyor. Bunun nasıl gerçekleşeceği, belki insanlık tarihini başlangıçtan günümüze kat eden bir sorun. Ama bir çözümsüzlükle damgalandığını söyleyemeyiz. Başkalarına duyduğumuz acımanın, gizli bir kibir de taşıyan o üstten bakışın, o hiç de insanca olmayan eşitliksiz ilişkinin yapısını çözüp dağıtacak bir sorumlulukla yeniden değerlendirilmesi bir çözüm üretebilir. Acınacak durumda olan kişinin bakışlarındaki suçlayıcılığa yenik düşmeden, ama sahte bir eşitlikçi tavra da prim vermeyerek gerçek bir insanlık bilincini paylaşım yoluyla toplumsallaştırmak… İşte önümüzde duran en zor, ama zorunlu ödevlerden biri.