Ben bir bilim adamıyım. Aynı zamanda kendimi bir gezgin olarak da tanımlayabilirim. Uzun yıllar farklı Arap ülkelerine seyahatler yaptım. Ayrıca Senegal, Endonezya, Mali, Gana, Fildişi Sahili, Nijerya ve Moritanya gibi ülkelere de gittim. Şu anda İslâm, İslâm medeniyeti, Müslümanlar ve Arap dili hakkında yirmi kitabın yanı sıra, çok sayıda makale kaleme almış birisiyim. İbn Haldun’un eserlerini Fransızca’ya tercüme için altı yıl uğraştım. Bu seyahat ve çalışmalar benim 1977 yılında Moritanya’da İslâm’ı seçmemle sonuçlanmıştır.
Bana sorarsanız, İslâm’ı seçmek sadece bir din değil, aynı zamanda bir hayat tarzı seçimi yapmak demektir. Bu şekilde kişi yeni bir kâinat tasavvurunu kabul ettiğini açıklar ve iman bağıyla birbirlerine bağlı büyük bir milletin üyesi olur. Benim için ise bu tercihi yapmak, ilerlemiş yaşıma rağmen fırtınaların estiği bir coğrafyanın ortasında, fakirlerin ve Filistinlilerin safında yer almak demekti. Ancak bu karar, aynı zamanda para ve güç sahiplerinden uzak durmak ve hakkın ve adaletin yanında yer almak da demekti.
Çağdaş dünya teknolojik gelişmeyi hayatın nihaî hedefi olarak kabul eder. Bu hedefe ulaşmak için de her türlü aracı kullanmayı meşru görür. İnsanlık adına esef edilecek böyle bir yaklaşımı İslâm reddeder; ve daha yüce değerlere bağlanmayı öngörür. Din değiştirerek Müslümanlığı seçmiş olmam, Fransız milli kimliğini kaybettiğim anlamına gelmez. Halen ana vatanım Fransa’dır. Bununla birlikte Arap dünyasını artık manevî yurdum olarak kabul ediyorum.
İslâm inancı hem iç huzurumu hem de nihaî varoluş amacımı temsil etmektedir. Bu inanç sistemi beni parçalanmış bir düşünce tarzından kurtardı ve bütün duygularımın uyumlu bir bütün haline gelmesini sağladı. İslâm’a dönüşümde dinî, ahlâkî, sosyal faktörler kadar kültürel dürtüler ve ilâhî inayet de etkili oldu diyebilirim.
Kur’ân’la ilk tanışmam Andrea de Riyar’ın tercüme ettiği Fransızca Kur’ân’ı okumakla oldu. Bu eser Paris yakınlarında bulunan askerî bir okulda elime geçmişti. Ben de 1934-1936 yılları arasında bu okuldaki öğrencilerden biriydim. Her hafta Kur’ân’dan bir bölümü fotokopi çektirerek üzerinde çalışmalar yaptım.
Eski ve Yeni Ahit’in tahrif edilmesinden sonra insanlığa son mesaj peygamber Efendimiz’in (asm) elçiliği vasıtasıyla gönderilmiştir. Bunun en büyük kanıtı, Kur’ân’ın bizzat kendisidir. Kur’ân, tek başına en büyük mucizedir.
‘İslâm evi’ne dönüşümde pek çok sosyal ve ahlâkî faktör etkili olmuştur. Bunların başında İslâm’ın ‘ilk günah’ prensibini kabul etmemesi gelmektedir. Anglo Saxon anlayışta yer alan ilk günah kompleksine İslâm’da rastlamıyoruz. Yine, İslâm’a göre her insan hayatın içinde iffetini koruyabilir ve saf kalabilir. Bunun için uzlete çekilmek veya toplumdan kopmak gerekmez. “Allah dinde size hiç bir zorluk kılmadı.” (Hacc/78) gibi âyetler İslâm’ın fıtrata en uygun din olduğunu açıklamaktadır.
İslâm başka hiçbir yerde bulamadığım bir huzur haline kavuşmamı sağladı. Bu da İslâm’ın insanı beden ve ruhuyla bir bütün olarak ele almasından kaynaklanıyor. İslâm hem akla hem kalbe hitap ediyor.
Otuz yıldan fazla Kuzey Afrika, İran, Lübnan, Senegal ve Endonezya gibi farklı ülkelerde yaşadım. Ünlü Arap gezgini İbni Batuta gibi dünyanın çok değişik yerlerine seyahatlerde bulundum. Gittiğim her yerde aynı hayat tarzı, aynı inanç ve aynı insanî hassasiyetler ile karşılaştım. İslâm toplumunun, cesaret ve sadeliği ön planda tutan bir anlayışa sahip olduğunu gördüm. Para ve maddiyatın her zaman hayır getirmeyebileceği kanaatine vardım. Dinin haram kıldığı şeylerden uzaklaşmak da benim için çok zor olmadı. Günde beş vakit namaz kılmanın inançta sebatkâr olmayı temsil ettiğini düşünüyorum.
Bunların dışında ikna olmamı sağlayan kültürel faktörleri de şöyle ifade edebilirim: Bugün Avrupalılar, Araplara ve tüm dünyaya yaptıkları katkıları övünerek anlatırlar. Bununla birlikte kendilerinin Müslümanlara hiç de azımsanmayacak derecede borçlu olduklarını unuturlar. Halbuki, Arap bilim adamlarının çalışmaları sayesinde Yunan mirası korunabilmiştir ve unutulmaktan kurtulmuştur. Bugün Aristo, Sokrat, Platon ve diğer eski Yunan filozoflarının eserlerini okuyabiliyorsak, bunun için Araplara şükran duymalıyız. Bir zamanlar dünyadaki en büyük ilim başkentleri Bağdat, Kahire, Tulaytula ve Palermo gibi İslâm şehirleriydi.
İslâm’a gelişimde etkili olan bir diğer husus ise, kendime saf belirleme düşüncem oldu. Ben İslâm’a geçmiş olmakla, mücadele halinde olduğum yeni sömürgeci anlayış olan siyonizmden farklı bir safa geçtiğimi ilân etmiş oluyorum. Artık Senegal’den Endonezya’ya uzanan büyük bir dünyanın parçasıyım. Bu coğrafyada gerçek duygular var. Bu dünyaya zenginlik için değil, mazlumların yanında yer almam gerektiğine inandığım için adım attım. Yine çağımızda kölelerin yerini alan göçmen işçilerle beraber olmak adına buradayım. Nitekim sadece ülkem Fransa’da nüfusları iki milyonu bulan bu insanların ilgiye ihtiyacı var ve sorunları çözüm bekliyor.
Bütün bu saydığım faktörler ve tabii ki Allah’ın inayetiyle İslâm’ın hak din olduğuna iman ettim ve Temmuz 1977’de şehadet ederek Müslüman oldum. Bundan sonra El Mansur el Şafi adını aldım. El Mansur, ailemin bana verdiği Vincent isminin Arapça dilindeki karşılığı. “Yardım edilen” manasındaki bu ismi çok seviyorum ve Allah’tan başka yardım edecek kimsenin olmadığına inanıyorum. Elhamdülillahi Rabbil alemin.