Sıradan diye tabir edebileceğim, ancak birbirini çok seven bireylerden oluşan İsveçli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Dinle pek alâkamız yoktu. Yirmi beş yaşına kadar Tanrı’nın varlığını veya maneviyata ilişkin konuları hiç önemsemeden yaşamıştım. Yani materyalist dünya görüşüne sahip biriydim.
Lise yıllarında tam bir kitap kurduydum ve zamanımın çoğunu okul kütüphanesinde geçirmekteydim. Bir keresinde Kur’an’ın İngilizce mealinden bazı bölümleri okuma fırsatım oldu. Tam olarak hangi kısmı okuduğumu hatırlamıyorum. Ancak okuduklarım bana çok anlamlı gelmişti ve etkilenmiştim.
Yine de dinden uzak bir hayata devam ediyordum. Benim dünyamda Tanrı’ya yer yoktu ve O’na ihtiyaç da duymuyordum. Kâinatın nasıl işlediğini açıklayan bir Newton vardı ve bu da yeterliydi.
Zaman geçti ve okuldan mezun olup işe başladım. Biraz para kazanınca kendi evime geçtim ve ilk olarak harika bir bilgisayar satın aldım. Aynı zamanda amatör olarak fotoğrafçılıkla uğraşıyor, hemen her gün çevremde ilginç bulduğum manzara ve olayları fotoğraflayarak, arşiv çalışması yapıyordum. Bir gün bir pazar yerinde, tele lens kullanarak uzaktan çekimler yaptığım sırada öfkeli bir göçmen yanıma kadar gelerek annesinin ve kız kardeşlerinin resimlerini çekmeme kesinlikle izin vermeyeceğini ifade etti. Şu Müslümanlar ne garip insanlardı ...
Bundan sonra İslâm’la ilgili birkaç olay daha yaşadım. O an için, neyi niçin yaptığımı tam olarak açıklamam mümkün değil. Mesela İsveç’teki “İslâmî Bilgilendirme Merkezi”ni arayıp onların süreli haber bültenine neden abone oldum? Veya Yusuf Ali’nin Kur’an tercümesini ne niyetle aldım? Ayrıca İslâmî konuları çok güzel ele alan “İslâm-İnancımız” adlı kitabı ne diye satın aldım? Tüm bunlar belli bir düşünme sürecinden sonra alınıp uygulanmış kararlar değildi. Sebep aramaksızın tüm bunları yapmıştım.
Kur’an’ın neredeyse tamamını okudum ve bu kitabın hem güzel hem mantıklı olduğunu düşündüm. Ancak kalbimde hala Tanrı’ya yer yoktu. Ertesi yıl “Güzel Ada” diye bilinen yerde sonbahar resimleri çekmekteyken bir anda o güne kadar yabancısı olduğum duyguların içimi kapladığını hissettim. Sanki çok büyük bir bütünün küçücük bir parçasıymışım gibi geldi. Tanrı’nın evreninde minicik bir parça. Daha önceleri hiç böyle bir şey hissetmemiştim. Bu harika bir duyguydu! Tamamen rahatlamış ve yepyeni bir heyecan dalgasıyla dolmuştum. Hepsinden önemlisi artık nereye dönsem her yerde Tanrı’nın varlığını görüyor ve hissediyordum.
İçimdeki gerçeği bulmam zannettiğimden daha az zaman aldı. Bir akşam otobüsle işten eve dönerken etrafımdaki insanların çoğu uyuklamaktaydı. Bense gökyüzüne dağılmış bulutları turuncu ve pembeye boyayarak batmakta olan güneşi hayranlıkla seyretmekteydim. Tanrı dünyayı ne güzel yönetmekteydi. Bizler hissiz robotlar değildik. Öyleyse yaratılıştaki mükemmelliği sadece kimya ve fizik gibi bilimlere bağlı olarak anlayamazdım. Kalbimin fizik ötesi açıklamalara ve tatmin olmaya ihtiyacı vardı.
Bir sabah uyandığımda aklıma ilk gelen düşünce, bana fırsatlarla dolu yeni bir günü bahşeden Tanrı’ya ne kadar minnettar olduğumdu. Bu halim öylesine doğaldı ki, sanki hayatım boyunca her sabah böyle uyanıyormuşum gibi hissettim.
Bu tecrübelerden sonra Tanrı’nın varlığını inkar edemezdim. Fakat yirmi beş yıllık bir inkar döneminden sonra bunu hemen kabullenmek ve inanç sahibi olmak kolay değildi.
Artık dönülmez bir noktadaydım. Tanrı bir şekilde bana yol gösteriyordu. Kafamı karıştıran konularda daha fazla okumalar yaptım. Sonunda cesaretimi toplayarak en yakındaki camiyi aradım ve buradaki Müslümanlarla bir görüşme yapma isteğimi belirttim. Daha önceleri defalarca önünden geçtiğim halde durup ziyaret etmeyi düşünmediğim camiye bacaklarım titreyerek girdim. Burada çok iyi insanlarla tanıştım. Okumam için bir çok kitap temin ettiler ve kendilerini evlerinde ziyaret etmem için planlar yaptılar. Tüm anlattıkları ve sorularıma verdikleri cevaplar son derece mantıklıydı. Bundan sonra İslâm hayatımın önemli bir parçası haline geldi. Düzenli olarak dua etmeye başladım ve ilk kez Cuma namazına gittim. En arkada durmama ve imamın söylediklerinden bir şey anlamamama rağmen böyle bir ibadet çok hoşuma gitmişti. Hutbeden sonra hepimiz bir araya gelerek safları oluşturduk ve namaza devam ettik. Bu, İslâm’a yolculuğum sırasında yaşadığım en harika tecrübelerden biriydi. Saflar halinde birlikte hareket eden bu iki yüz adam son derece samimi duygularla sadece bir tek Allah’ın adını yüceltmeye yönelmişlerdi. Ne harika!
Yavaş yavaş zihnim kalbimle hem fikir olmaya başladı. Kendimi Müslüman olarak zihnimde canlandırmaya çalışıyordum. Fakat gerçekten İslâm’ı din olarak benimseyebilir miydim? İsveç’teki devlet kilisesini çoktan terk etmiştim. Peki günde beş vakit namaz kılabilecek miydim? Yeme alışkanlıklarımdan vazgeçmek kolay olacak mıydı? Ailem ve arkadaşlarıma ne demeli? Müslüman kardeşlerimden Ömer’in İslâm’a dönüş yaptığı için ailesi tarafından akıl hastanesine yatırılmak istendiğini hatırlıyorum da.. Ben bu tür tepkileri göğüslemeye yeterince hazır mıyım ?
Yaz tatili başladığında kararımı verdim. Müslüman olmalıydım! O yaz her zamankinden farklı olarak günler serin geçiyordu. Başka zaman olsa güneşli bir tatil gününde hiçbir şey beni denize gitmekten alıkoyamazdı. Haberlerden sonra izlediğim hava durumu programında ülke haritasının hemen sağ üst köşesinde kocaman bir güneş yer alıyordu. Yarın, ertesi gün, bir sonraki gün.. derken günler geçti. Hava hâlâ bulutlu ve rüzgarlıydı... Sanki Tanrı zamanımın artık dolduğuna işaret ediyordu. Daha fazla bekleyemezdim. Banyo yapıp, temiz kıyafetler giydim. Bir saatlik yolu kat edip camiye gittim.
Camide kardeşlerime isteğimi ilettim ve öğle namazından sonra kardeşlerimin şahitliğinde şehadet getirerek Müslüman oldum. Beni rahatlatan bir diğer husus ailemin ve arkadaşlarımın tercihime saygı duymaları ve beni böyle kabullenmeleriydi. Biraz şaşırmadılar değil. Günde beş kez namaz kılmak, domuz eti yememek gibi hususları zamanla vazgeçeceğim garip gelenekler olarak görüyorlar. Ancak Allah’ın yardımıyla onlara yanıldıklarını göstereceğim ve iyi bir Müslüman olma yolunda gayretlerim devam edecek.