TR EN

Dil Seçin

Ara

Şikâyetçi

Hakkını vermem gerekir, iş şikâyet etmeye geldi mi kimse onun eline su dökemez. Sanırım bu hususta özel bir yeteneğe sahip.

Akla hayale gelmedik şeyleri şikâyet mevzusu yapmayı başarıyor. Hemen her insanın gündelik mütevazı yaşantısını sürdürürken karşılaşabileceği ufak tefek aksaklıkları, önemsiz sayılabilecek arızaları, küçük kazaları bile gözünde alabildiğine büyütüyor. Çoğu kişinin aldırmayacağı, gülüp geçeceği olayları, kendisi için ‘uluslararası mesele’ hâline getirmeyi bir şekilde beceriyor. Böylece ardı ardına sıralayacağı şikâyetleri için, zannınca elverişli bir zemin hazırlıyor.

İlgili ilgisiz, muhatap olduğu, bir arada yaşadığı insanların davranışlarında, hareketlerinde, sözlerinde, bakışlarında kendi varlığına ve kişiliğine yönelik bir hakaret, bir itham, bir saldırı olması ihtimali, ona kalırsa hiç de az değil. Bundan kendisini fazlasıyla önemsediği gibi bir sonuç çıktığını söylediğimde sinirleniyor ve yakaladığım her fırsatta ‘kendisini aşağılamaktan zevk duyduğum’ suçlamasında bulunuyor. Beni sevmesi, acımasız ve aptalın biri olduğum gerçeğini değiştirmezmiş. Doğrusu bana karşı hayli açık sözlü.

Normal şartlarda, dur durak bilmeden şikâyet eden, olur olmaz her şeyde tasalanacak sebepler bulan birinin hayatı, kesintisiz bir işkenceye dönüşür. Kimse böyle bir duruma, akıl ve ruh sağlığını tehlikeye atmadan uzun süre tahammül edemez. Tahminimden dayanıklı çıktığını söylemeliyim ya da delirdiyse bile bunu iyi gizlediğini... Belki de şikâyetçiliği neredeyse hayat tarzının bir parçası yapması ve bundan ‘taviz vermemesi’, ona alışmış olmam ve başkalarının da onu hâlâ ciddiye alması şüphelerimi zayıflatıyordur.

Aslına bakılırsa, haklı haksız şikâyetlerini anlatmaya başladığında, her zamankinden canlı, hiç olmadığı kadar coşkulu ve heyecanlı bir hâlet-i ruhiyeye bürünüyor. Sanki içinde mahsur kalmış bir ateş varmış ve bulduğu her menfezden dışarı çıkmak istiyormuş gibi yüzünü kızıl alevler sarıyor, gözlerinden kıvılcımlar saçılıyor, kelimeler ağzından tutuşarak çıkıyor. Bu çıkışları, artık onu iyi tanıdığımdan olsa gerek, bende gülünç bir izlenim bırakıyor. Belki biraz da acıyorum. Çünkü, dünyaya yönelik şikâyetlerinin ve suçlamalarının altında, gerçekte kısıtlı yeteneklerinden ve tembelliğinden kaynaklanan yetersizlik duygusunun, ne yaparsa yapsın hayatında hiçbir şeyin daha iyi yönde değişmeyeceğine inanmanın verdiği rahatlatıcı öfkenin yattığını biliyorum. Kalkıp bir şeylerin, bir işin ucundan tutmaktansa oturduğu yerden dünyaya saldırmayı tercih ediyor. Zaten bildim bileli çalışmaktan hazzetmiyor. Yine de hep yorgunluktan yakınıyor. Bir keresinde yorgunluğunun belki de fazla dinlenmekten kaynaklandığını söylemeye cüret ettim. Kendisini hiç anlamadığım şikâyetine, günümüzde ‘çalışma’nın nasıl hayatı imha üzerinden işlediği şeklinde özetleyebileceğim fikrini ekleyerek ağzımın payını verdi. Sapla samanı birbirine karıştırması ilk kez olmuyordu.

Üşenmeyip, bir gün boyunca nelerden şikâyet ettiğini kâğıda dökseydim, ortaya epey uzun bir liste çıkardı eminim. Yaptığı işlerden, yapamadığı işlerden, bazen can sıkıntısından, bazen boş vakit bulamamaktan, geçim derdinden, maaşının yetmemesinden, ev kirasının yüksekliğinden, duyarsız komşularından, komşularının gürültücü çocuklarından, yalnızlıktan, kafasını dinleyememekten, uykusuzluktan, kronik baş ağrılarından, mide sancısından, stresten, evinin kirliliğinden, birikmiş bulaşıklardan, sürekli damlayan musluktan, havanın ısınmayışından, ayakkabısının eskimiş olmasından, tatile çıkamamaktan, baş belası trafikten, tıka basa dolu belediye otobüslerinden, televizyonsuz duramamaktan, izlediği saçma sapan programlardan, çok gazete az kitap okumaktan, okuduklarından, okuduklarını aklında tutamamaktan, tuttuğu futbol takımından, oyuncuların beceriksizliğinden, şarkıcıların yeteneksizliğinden, politikacıların her şeyinden, insanların kabalığından, yaşıtlarının saygısızlığından, küçüklerin şımarıklığından, her şey için geç kalmış olmaktan, bu yaşta dikili bir ağacı olmamasından, kararsızlığından, kararlarının isabetsizliğinden, yeteneksizliğinden, aldığı eğitimin yetersizliğinden, küçük düşürücü utangaçlığından, hiç hayır diyemediği için hep mahcup düşmekten, tutumsuz olmaktan, tutarsız olmaktan, sevdiklerini üzmekten, sevmediklerini sevindirmekten, haksızlığa uğramaktan, derdini anlatamamaktan, yanlış anlaşılmaktan... Böyle uzayıp gidebilirdi bu liste.

Doğrusu şikâyet etmek için yaratılmış olsaydık, cennete girmeyi çoktan hak etmişti.

Buna mukabil nelerden ötürü şükrettiğini yazsaydım, okumak pek zamanınızı almazdı. Yokluktan yaratılmış olan insanın, hiçbir hakkı olmadığı halde kendisine sunulan sayısız nimete karşılık, dünyadaki asli vazifesinin “şükür ve dua” etmek olduğu bir hakikat ise, onun hâlinin hakikatsizliğe denk düştüğü aşikâr.

Niyetim onu kötü ve çekilmez biri olarak tanıtmak değil aslında. Hayatını şikâyetlerle geçirmenin övgüye değer olmadığının, dahası böyle davranarak çevresindekileri huzursuz ettiğinin farkında. Öyle sanıyorum ki onun sorunu, değişebileceğine inanmaması. Dahası, bir değişim çabasının büsbütün anlamsız olduğuna da kendini inandırmış durumda. Şöyle düşünüyor: “Benim değişmem, dünyayı değiştirmez. Şikâyet etmekten vazgeçmem, şikâyet edilecek hiçbir şey kalmadığı anlamına gelmez. O hâlde kendimi mi kandıracağım?”

Burada şikâyetlerini eleştiri katına yükselttiği gözden kaçmıyor. Eleştiri, içinde karşı bir fikir taşıyan, dünyanın gidişatına aktif bir müdahaledir. Oysa şikâyet, bir çeşit geri çekilmedir. Eleştiri heyecanlandırıcıdır, şikâyet bıktırıcı. Eleştiri ‘gerçek mermilerle’ yapılır. Şikâyet ise kurusıkı bir gürültüdür. Bu yüzden, haklı nedenlere dayanması şikâyeti haklılaştırmaya yetmez.

İğneyi biraz da kendimize batıralım: Hırslarımızın, kanaatsizliğimizin, su-i istimallerimizin, nefsanî tatminsizliğimizin, bencilliğimizin yol açtığı zararların ve kötülüklerin dünyayı doldurup yine bizi vurması karşısında, çoğumuzun yaptığı tek şey oturup şikâyet etmek değil mi? Hangimiz dünyanın olumlu yönde de müdahaleye açık olduğu; bunun niyetlerimizle, davranışlarımızla, hareketlerimizle iyinin ve iyiliğin tarafında çoğalmak gibi üzerimize insanî bir sorumluluk yüklediği inancını içinde sürekli taşıyabiliyor?

Şikâyetlerimiz hiçbir savaşı durduramadı, yoksulluğu azaltamadı, açları doyuramadı, felâketlerin önüne geçemedi... Çünkü şikâyet etmekle yetiniyoruz. Şikâyetlerimiz, ne kadar haklı gerekçelere dayanırsa dayansın, şikâyetçi olduğumuz şeyleri değiştirmek için özel ve toplumsal alanda haklılığı gözeten, akılcı bir harekete dönüşmediğinden anlamsız kalıyor.

Kaldı ki, çoğu defa şikâyetlerimiz hakikat nazarında sağlam bir zemine oturmaz. Zahiren fena, çirkin, kötü, zararlı görünen çoğu şeylerin ve hadiselerin altında veya ardında bilemediğimiz, belki sonradan anladığımız ve şahit olduğumuz iyilikler, güzellikler ve faydalar yatmaktadır. Ama sabırsız, aceleci davrandığımızdan, her şeyi gördüklerimizden ibaret zanneder, şikâyete başlarız. Sağlık nimetine şükretmek aklımıza sık gelmez, ama hastalandığımızda şikâyetlerimizi ihmal etmeyiz. Yaşamanın kıymetini bilmez, ölümlerden şikâyet ederiz. Sahip olamadıklarımıza baka baka körleştiğimizden, önümüze serilen nimetleri de göremeyiz. “Nimet, şükürle mukabele görmezse gider.” hakikatini kalplerimize yerleştiremediğimiz için, her nimeti şükürle ebedîleştirme fırsatını kaçırırız. 

Uzun sözün kısası, hayatlarımızın güzel ya da çekilmez oluşunu, Rabbimizle aramızdaki kalbî ve manevî mesafe belirler: Ondan uzaklaştıkça şikâyetlerimiz artar, Ona yakınlaştıkça şükürlerimiz çoğalır.

İşte, hep yaptığı gibi neyi nasıl yazacağı hususunda da sızlanıp durmakla yetinen şikâyetçiye bunları hatırlattığımda, söylediklerime bir parça hak vermiş olmalı ki masasına oturdu ve okuduğunuz bu “şikayet” yazısını yazdı.