TR EN

Dil Seçin

Ara

Yapboz

Yapboz

Hani insan, kafasındaki fikirleri dağıtmak için kendine bir meşgale arar da soluğu bin parçalık bir puzzle başında bulur ya, aynen öyleyim şimdi. Parçaların hepsi küçücük, üstelik hepsi birbirine benziyor. Tek tek topluyorum önüme her birini. 

Aklımdaki sorulardan bir türlü kurtulamıyorum? Yazmak mı daha zor, okumak mı, yoksa insanla uğraşmak mı?

İçimden, herkesi kendine uygun olan cevabı düşünmeye davet ediyorum.

Düşüncelerden kurtulmak için dağınık onca parçayı yan yana getiriyorum da umutlanıyorum bir an. Sanki bir bulmacayı çözecekmişim gibi geliyor. İnsanı çözebilmek için okumak yazmak için kelimeler gerek. İnsan, yazı ve kitap… Okumadan olmaz!.. Kitap okumayı, kahve fincanı yanına çok satan bir roman koyup sosyal medyada paylaşmak zannedenlere inat, üstüne basa basa haykırmak istiyorum: “Okumak emek isteyen zor bir eylemdir!”

Beynime üşüşen fikirleri dağıtayım derken resmen kendimle kavga ettiğimi fark ediyorum. Kitap okursunuz laf olur, yazarsınız “Ne var ki ondan kolay, onu ben de yaparım” denir. Ben bu toplumda insanın okuduğuyla dışlanmasına, yazdıklarıyla da harcanabilmesine çok aşinayım. Okumayı bir statü göstergesi, konforlu bir hayatın getirisi ya da bir ukalalık emaresi sayarlar.

Halbuki öğrenmek için okumak, bir bilgiyi alıp hazinene dahil etmek gayret ister. Başkasının fikrini kendi fikriymiş gibi ileri sürmek kolaylığı moda olmuşken ne gerek var ki oturup yazmaya, okumaya di mi? Etrafta onca şeyin hırsızı varken bir kelimeleri çalmak eksikti o da oldu. Doğru, kes kopyala yapıştır çıktı çıkalı mertlik bozuldu!

Bu kolaycılık aslında biraz da şu demek; ben kararlarımı başkaları versin istiyorum, ben başkalarının beğenileriyle beğenmek, başkalarının kelimeleriyle konuşmak, başkalarının beyniyle düşünmek istiyorum hatta mümkünse düşünmekle de yorulmayayım diyorum. 

“Kendi sözlerim, yorumum olmasa da olur; birilerinin yorumlarını okur, biri olmazsa diğerini beğenirim” diyenler sarmış etrafımızı kimin umurunda?

Kızgınlık ve kırgınlığım kolay kolay geçmiyor. Oyalanmak için başına oturduğum yapboz da işe yaramıyor. Sıkılıp, kalkıyorum masanın başından. 

Geriye dönüp bakıyorum da aslında çok az kalmış yapbozun bitmesine. Yine de sabrım yetmiyor, ben de zorlamıyorum kendimi.

Geçenlerde, okuma yazma öğrendikten sonra ne değişti, kendini nasıl hissediyorsun diye sordum oğluma. “Başkalarına ihtiyacım azaldı anne; eskiden her şeyi başkalarına sorardım, şimdi kendim okudukça düşünüyorum, düşündükçe sakinleşiyorum.” demez mi?

Baktım, yapbozumun parçalarından biri daha yerini buldu. 

Kızımsa bu aralar okuduğu özlü sözleri duvarındaki statik kağıtlara koca koca harflerle yazmaya pek hevesli. Ara sıra da silip yenisini yazınca da okuyup okumadığımızı, hatta beğenip beğenmediğimizi soruyor. 

Güzel sözlerin kime ait olduğunu bilmesini önemsiyorum gerçekten. Bu hafta yazdığı söz de sanki içimdeki tamamlanmayı bekleyen yapbozun bir parçası gibiydi. “Televizyonu, kütüphanesinden büyük olanlara asla güvenmeyin!” 

Bu parçayı da usulca zihnimdeki yapbozun içine koydum ve resmen iyileştiğimi hissettim. Ertesi gün, gönlü güzel bir insanın sosyal medya hesabında, bir kitap tanıtım yazısına denk geldim. İnsanların televizyonda beyin yıkayan şovlar seyrettiği ve kitap bulundurmanın suç olduğu bir geleceği anlatan “Fahrenheit 451” adlı bu kitap, televizyonun okumaya olan ilgiyi nasıl yok ettiğini ne de güzel anlatıyordu. 

Yapbozumun son parçalarından birini daha bulduğumu düşünüp onu da yerine güzelce yerleştirdim. Yapbozum ha bitti ha bitecekti. 

Haftayı kapatırken de eşim, okulundaki öğrencilere verilen çevrim içi bir semineri bizimkiler de dinlesinler diye bilgisayarının sesini açınca ben de kulak misafiri oldum.

Semineri veren uzmanın paylaştığı bilimsel bir veri, çok dikkatimi çekti. California Üniversitesindeki araştırmacılar, bir çocuğun başarısının evinde bulunan nesnelerden en çok neye bağlı olduğunu merak edip araştırmışlar. 27 ülkede 70 bini aşkın kişinin katılımıyla yapılan ve tamamlanması 20 yıl süren bu araştırmanın sonuçlarını tahmin edip biz de düşünerek bulabiliriz pekâlâ ama yine de şıklar sunulmuş. 

Şöyle son model afili bir tablet mi? Yoksa elinin altında kendisine ait pahalı bir cep telefonunu mu? Yine elektronik olanlardan gidecek olursak duvardan duvara, full hd bir televizyon mu? Odasındaki çalışma şartlarını destekleyen konforlu ve markalı mobilyalar mı, kütüphanesindeki kitapların sayısı mı, yoksa evinde lezzetli ve pahalı olarak sıklıkla pişen, vitaminden, proteinden yana bol olan yemekler mi? Uzayıp giden bu seçenekler içinde, en baskın etkenin “evdeki yüksek kitap sayısı” olduğu sonucuna varılmış.

Nihayet, kırgınlık ve kızgınlığım geçti. Çünkü bulduğum bu son parçayla yapbozum da tamamlanmış oldu.