TR EN

Dil Seçin

Ara

Modern Dünya ve Din / Fıtrat Yazıları

Laikliğin geleceğin haklılığı kanıtlanmış yegâne düşünce biçimi olacağına inananlar çok kötü yanıldı. Bugünlerde karşısında duran dünyayı anlamaktan aciz kalan laikliğin kendisi çağdaşlaştırılmaya muhtaç durumda.


 

Modernliğin en önemli temellerinden laik düşünce, bugünlerde ciddi bir tıkanıklık yaşıyor. Düşünce düzleminde yaşanan bu tıkanıklık, kendisini laik olarak tanımlayan insanları, karşısında duran dünyayı anlamaktan ve açıklamaktan epeyce uzaklaştırmış bulunuyor.

Temelde yatan problem, aslında laikliğin ısrarcı bir gelecek tasarımına sahip olmasıyla ilişkili. Israrcı, çünkü laikliği savunanlar geleceği kendi halinde oluşacak bir netice değil, bizzat tasarım ve etkiyle oluşacak yeni bir dünya olarak tanımlıyor. Sorun da tam burada ortaya çıkıyor esasında. Onlar ne kadar çaba sarf ederlerse, dünya sanki o kadar onların istekleri hilafına şekil alıyor. Bu da tabiatıyla ciddi hayal kırıklıklarına sebep oluyor.

Laiklerin hem öngördüğü hem de bu öngörüyü gerçekleştirmek için büyük çaba sarfettiği şeylerin başında, dinin kuvvetinin kırılması geliyordu. Ne var ki bugünün dünyası, zenginlik arttıkça ve eğitim düzeyi yükseldikçe dinin etkisinin azalacağı varsayımını yanlış çıkardı. İnsanlar zenginleştikçe ve eğitim düzeyleri arttıkça zorunlu olarak daha az dindar olmuyorlar. Hattâ Batılı ahlâkçıların yaptığı önemli bir tespit, Batılı ülkelerde üniversite mezunu olan insanlar arasında dürüstlük, yardımlaşma, güvenirlik gibi ahlâkî değerlere, rekabet, para, statü gibi değerlerden daha çok sahip çıkıldığını ortaya koyuyor.

Laikliği bir teori olarak düşünürsek, bu teorinin üretiminde asıl rolü Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’nın oynadığı söylenebilir. İnsanlığın tümünü temsil etmeyen bu teoriye göre, tarih ileriye gittikçe, bilim dogmanın, akıl da sorgulamasız itaatin yerini alacaktı. Bu gelişme önce Batılı ülkelerde görülecek, sonra bu gelişmeyi model alan dünyanın geri kalanı da kendisini yeni duruma uyduracaktı. Fakat bugün gelinen noktada, bilimsel ilerlemeler ve zenginlik üretimi ne oranda patladıysa, aynı oranda bir din patlaması da yaşıyoruz. Dünya bilim çağı kadar, dinlerin ve dinî hareketlerin aktif bir şekilde yer aldığı bir çağı da yaşıyor.

En başta İslâm, yükselişine devam ediyor. İslâm’ın yücelttiği değerler, sadece Müslüman ülkelerde değil, laikliğin anavatanlarında da kendine taraftar buluyor. Kur’ân-ı Kerim, giderek daha dikkatli ve özenli okunmaya başladı. Gazeteler ve dergiler bir elli yıl önce laik reflekslerle Hristiyan Kilisesi yaşayabilecek mi?” veya Gelecekte din var olacak mı?” gibi konuları tartışırken, şimdi bu soruları sormaya gerek duyan hiçkimse yok. Öte yandan, dinî mezhepler arasında laikliğe uymaya direnenleri çok daha revaç buluyor. Laikliğin geleceğe yönlendirdiği bakışlar umutsuzluğa düştükçe, dinlerin saf hallerine olan özlem artıyor.

Bütün bunlar da gösteriyor ki, dünyanın geleceği laiklik değildir. Laiklik, sadece düne ait yanlış bir gelecek tasarımıdır o kadar. Bunu farketme basireti gösteren laik düşünceye sahip insanlar da, şöyle bir geriye yaslanıp dünyada neler olup bittiğini anlamak için çaba göstermeye başladılar. Daha önce dinî metinlerin içinde neler yazdığını pek de merak etmeyen laikler, şimdi Kur’ân okuyor, dinle ilgili internet sayfalarına giriyorlar. Özellikle 11 Eylül sonrası bu çabalar dünya genelinde çok daha arttı.

Laik düşüncenin bir tür rehabilitasyonu ya da çağdaşlaştırılması olarak adlandırılabilecek bu sürecin anlamlı bir noktaya varabilmesi için bizce şu altı adımın atılması şart:

Birincisi, laikler kendilerinin norm olmadığını kabul etmek zorundalar. Sözgelimi, Cosmopolitan ve sair dergilerin dünya kadınlarına aşılamaya gayret ettiği çalışan, evlilikten ve çocuk doğurmaktan uzak duran kadın tipi, dünya kadınlarının ulaşması gereken bir ideali (doğruyu) temsil edemez. Dünyada farklı kültürlerin ürettiği birçok kadın tipi var ve onları tek bir tip içinde eritme çabası, kısır ve gerçekleşmeyecek, hatta bir ölçüde zorbaca bir yaklaşımdır. Yine, dünyada konuşulan belli diller ya da lehçeler, bir norm haline getirilip, diğer diller ya da lehçeler ikinci sınıf ilân edilemez. İşte, ancak bu eşitlikçi çoğulluk ve çoğul bir aradalık kabul edildikten sonra, laik tasavvur çemberi kırılıp, olan bitenler yeni ve garazsız bir gözle değerlendirilebilir. Bir anlamda, laik bakışı demokratikleştirmek de diyebiliriz buna.

İkincisi, laikler korkularıyla yüzleşmekler. Dünya her zaman onların karşısına maddî ve ölçülebilir gelişmeler çıkarmaz. Gündemdeki olaylar, her zaman liberalizm, küreselleşme, iktisadî rasyonalite.. gibi siyasî ve ekonomik bakış açılarıyla izah edilemeyebilir. Birtakım yönelim ve eylemlerin arkasında rakamlara dökülmesi mümkün olmayan kültürel ve dinî değerler vardır ve bunları çağdışı veya bilimdışı gibi nitelemelerle laik korku ile muhakemeden uzaklaştırmak yerine, normal karşılamak ve değerlendirmeye katmak gerekir.

Laik düşünceye sahip insanların bakış açılarını rehabilite etmeleri için yapmaları gereken üçüncü şey, kızmak; dünyada olup biten büyük olaylara ve değişimlere karşı kör ve ilgisiz kalan kendi içlerindeki kişilerin kayıtsızlığına kızmak. Çünkü bu kişiler, dine ilişkin hiçbir şey öğrenmiyorlar. Kör bir inatla bu konuda hiçbir şeyi merak etmiyor, sadece belirli ön kabullerle yargıda bulunmayı tercih ediyorlar. Halbuki ortalama akla sahip bir insan, dogma olarak kabul edilen bir dinin (meselâ İslâm’ın) nasıl olup da yüzyıllardır pek çok milletten ve toplumun en altından en üstüne kadar çok değişik statüden insanı kendine bağlayabildiğini merak eder ve bu konuda aklı ikna eden bir hakikat bulma çabasına girişir.

Laik bakışın rehabilitasyonunun dördüncü adımı, her şeye materyalist bir açıklama getirme eğilimine direnç göstermektir. Laikliğin geleceğin tek ve yegâne dalgası gibi gözüktüğü dönemlerde Batılı entelektüeller, sıradışı bir ikna gücüne sahip sosyal bilim modelleri geliştirdiler. Sözgelimi, Marx, tarihi sınıf çatışmasıyla açıkladı. Başka iktisatçılar tarihi, kâr maksimizasyonuyla açıkladılar. Uluslararası ilişkiler uzmanları ulus-devletler arasındaki dinamikleri tahmin etmek için çatışma- menfaat doktrinleri ve oyun teorileri geliştirdiler. Tüm bu modeller çok çekici ama kısmen doğruydular. Bu modellerin hiçbiri dinî fikirleri, eğilimleri ve hareketleri yeterince hesaba katmadı. Zira bunların hiçbiri sayısal verilerle ölçülemedikleri için sayısal bir modele uymaz. Gerçekten de dinî motivasyonlar maliyet-kâr hesaplarıyla açıklanamaz.

Dünya genelinde devlet yöneticileri dinin toplum içinde oynadığı rolü iyi analiz edemediler. Biraz da bu yüzden, onu önemsememe eğilimine girdiler. Meselâ, İran Devrimi ya da Taliban gibi dinî hareketlerle karşılaşınca, ellerindeki sosyal bilim modellerini bunlara uygulamaya çalıştılar. Bunlar mevcut durumu açıklayamayınca da, hemen dinî fanatizm ve köktencilikten bahsettiler. Ama bu tabirler ortaya çıkan hareketleri damgalamaktan ve karanlık bir anlaşılmazlık örtüsüne bürümekten başka bir işe yaramadı.

Kendisini çağa uydurmak isteyen laikler, dinî gelişmeleri ekonomik ölçülerle izah etmeye direnç göstermeliler. Meselâ, Üsame Bin Ladin fakir veya hayatı mahrumiyetler içinde geçmiş biri değildi. Kuşkusuz, Ladin gibilerin radikal hareketleri bir yabancılaşma ya da birtakım seküler faktörlerle açıklanabilir. Fakat unutulmaması gereken, inancın kendi kuvvetinin olduğu ve bu kuvvetin ekonomik kinden bağımsız ya da daha büyük olduğudur.

İnsanoğlu para ve başarı arzu ettiği kadar, âdil bir dünya da arzu eder. Allah’ın iradesine uygun bir dünyayı gerçekleyecek doğru ilkeleri de ister. Bu istek, bizim bilimsel analizden ahlâk alanına geçmemizi zorunlu kılar. Tam bu noktada sorulması gereken kritik soru, bu arzuya nasıl cevap verilebileceği değil, bireylerin neden doğru ilkelere ilişkin bir ahlâkî vizyona sahip olduğudur. Bakmamız gereken de, insanların ahlâkî değerlerini erdemli yollardan mı, yoksa Üsame bin Ladin gibi kötü bir vizyon ve yöntemle mi hayata geçirdikleridir.

Beşincisi, laikler dini, aşırı basite indirgediklerini görmek zorundadır. Çünkü onlar dinin toplum içinde giderek azalan bir rol alacağını düşündüler. Bu düşünceyle, onu yönetmeye ve ona biçim vermeye çalıştılar. Çok basit bir muhakemeyle, tüm dinleri Allah’a yakınlaşma yolları diye tarif edip tek bir sepetin içine koydular. Dinlerin her geçen gün daha büyük rol almaya başladığı dünyamızda, bu indirgemeci yaklaşımın kabul edilebilir olmadığı artık çok açık.

Laik bakışı çağdaşlaştırmanın altıncı ve son adımı ise, dünyanın aslında hiçbir zaman laik olmadığını anlamaktır. Tarihin eski dönemlerinde de, yeni dönemlerinde de dinin ve dinî değerlerin etkin olduğunu görmektir (veya laikliğin kendisinin de din benzeri bir inanç paradigması oluşturmuş olduğunu farketmektir). Sözgelimi, dünyanın bugünkü şeklini almasında, başka pek çok dinî etkenin yanısıra, Yahudilerin kendi dinî yorumlarına dayanan hummalı çalışmalarının, Hristiyanlığın çalışmayı kutsal sayan mezheplerinin etkinliği görülmelidir. Yine, birçok devletin anayasasında yer alan dinî ifadeler de buna işaret eder. Meselâ Abraham Lincoln, Biz yeryüzünün en iyi son umudunu temsil ediyoruz.” derken, Amerika’nın dünya için aşkın bir misyona sahip olduğunu ima ediyordu. Bugün hâlâ pek çok Amerikalı kendilerinin aşkın bir misyona sahip olduğuna inanıyor. Belki de bu içgüdüsel aşkın misyon inancına dayanarak, George W. Bush 11 Eylül olaylarını takiben Tanrı’nın kendilerine yüklediği sorumluluktan ve kötü yönetilen halkları Tanrı adına kurtarmaktan söz edebildi...

Velhasıl, bugün içinde yaşadığımız dünya hiç de laikliğin tasvir ettiği veya görmeye çalıştığı dünya ile uyuşmuyor. Şu anda dünyada çatışan inançlar ve değerler var. Ve bu dünyayı anlamak, git gide laik önyargıları zihnimizden atmakla eş anlamlı hale geliyor.


 

(Bu yazı, David Broks’un The Atlantic Monthly dergisinin Mart 2003 sayısında yayımlanan makalesinden derlenmiştir.)