Tarih 1914…Temmuz ayının sonlarıydı… Dünyanın birçok açıdan gidişatını değiştirecek bir hadise olan Birinci Cihan Harbi başlıyordu. Anadolu’muz, ahtapot karakterli ülkelerin istilasına maruz kalıyordu. Ülkemizin dört bir yanına düşmanlar musallat olmaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla can, mal, vatan, din ve namus gibi mukaddesatlarımız da ciddi bir tehlike altındaydı. Bu korkunç durum; Anadolu’nun maddi ve manevi selameti için himmet, hamiyet, gayret ve cesaret sahibi vatansever insanlarını harekete getirdi.
Onlardan birisi de ölüme meydan okuyan adam, Bediüzzaman Said Nursi idi. Düşmanın istila haberini alır almaz talebelerine kalem yerine devletin temin ettiği silahları verdi. Zira maddi cihat zamanı idi. Medresesi sanki kışla olmuştu. Kendisine de gönüllü alay komutanı rütbesi verilmişti. Doğu Cephesinde Rus ve Ermenilere karşı savaştı. Birçok talebelerini şehit verdi. Bitlis’te ve Pasinler’de kahramanca savaşarak milli mücadeleyi destekledi.
Doğu Cephesi’nde Ermenilerle muharebe ederken askerlerine Ermenilerin çoluk çocuklarına dokunulmaması, öldürülmemesi emrini verdi. Böylece dinimizin savaş ahlakını da icra ederek düşman tarafının bile takdirini kazandı.
Bitlis’te Rus askerleri ile savaşırken Bitlis’in meşhur derin deresine düştü. Otuz saatten fazla ve ayağı kırık bir vaziyette orada mahsur kaldıktan sonra Rus askerlerine esir düştü. Ruslar ölüme meydan okuyan adamı sedye ile trene bindirerek Van, Culfa, Tiflis, Klogrif ve oradan da Kosturma’ya götürdüler. Burada iki buçuk sene esir olarak kaldı.
Dünya cenneti Anadolu için birçok fedakârlıklara imza atan bu kahraman insan, burada da boş durmadı. Kendi gibi esir olan silah arkadaşlarına dersler vererek onları aydınlatmaya çalıştı. Din ve değerlerinden asla taviz vermeyerek diğer esir asker ve komutanlara manevi bir kuvvet oldu.
Bir gün esirler kampında iken Rus Ordusunun başkomutanı olan Nikola Nikolayeviç esirleri teftişe geldi. Teftiş esnasında Bediüzzaman, Nikola Nikolayeviç’e selam vermedi ve ayağa kalkmadı.
Nikolayeviç, bu duruma çok rahatsız oldu ve tekrar önünden geçti. Değişen bir şey olmayınca kızgınlığı artan Nikolaviç bir tercüman çağırdı ve “Ona söyleyin, beni tanımadılar herhalde!” dedi.
Esir gönüllü alay komutanı Bediüzzaman: “Tanıyorum Rusya’nın başkomutanı Nikola Nikolayeviç’tir” dedi. Nikolayeviç: “O halde neden kıyam etmediler” diye sordu.
Bediüzzaman: “Ben bir Müslüman âlimiyim, o ise inanmayan bir kâfirdir. İmanlı bir kimse Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir kimseden üstündür. Bu yüzden ben ona kıyam etmedim” diye cevap verdi.
Nikolayeviç: “O halde bu adam, Rus Çar’ına dolayısıyla da Rus ordusuna hakaret ediyor. Derhal Divan-ı Harb’e verilsin” diye emretti.
Neticede bu kahraman Anadolu komutanına Rus askeri mahkemesinden idam kararı verildi. Araya giren bazı esir arkadaşları Bediüzzaman’dan, Nikolayeviç’ten özür dilemesini ve bu vahim neticenin önlenmesini istediler.
Bediüzzaman ölüme meydan okuyan şu ifadelerle cevap verdi: “Bunların idam kararı benim için ebedi âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” dedi ve—canı pahasına da olsa—mukaddesatından taviz vermedi. Orada Anadolu insanının izzetini ve cesaretini düşmana karşı en güzel şekilde temsil etti.
Nihayet idam hükmünün infaz edileceği vakit geldi ve kendisinden son bir isteği soruldu. Korkusuz esir Anadolu komutanı, namaz kılmak için müsaade istedi. Son dinî vazifesini yerine getirdikten sonra infaz edileceği yere geçerek, kutsal değerleri uğruna atılacak kurşunlara göğsünü germeye hazır olduğunu ifade etti.
Çok rahat, sakin ve cesur hali Nikolayeviç’in çok dikkatini çekmişti. İdamın hemen öncesi Nikolayeviç yanına gelerek dedi ki: “Sizin bana karşı büyüklenmenizi, kendinizi beğenmiş olduğunuzdan kaynaklandığını sanmış ve bu yüzden idam kararını vermiştim. Şimdi gayet iyi anlıyorum ki, kıyam etmemeniz mukaddesatınıza olan bağlılıktan kaynaklanıyormuş. İnancınıza olan sadakatinizden dolayı sizi tebrik ederim. Tekrar tekrar rica ediyorum beni af ediniz.”
İnancı ve değerleri uğruna ölüme meydan okuyan bu adamın dik duruşuna hayran olmuş ve idam hükmünü iptal etmişti.
Daha sonra Allah’ın yardımıyla esirler kampındaki hayattan kurtuldu. Uzun ve yorucu bir firarî seyahatten sonra İstanbul’a geldi. Anadolu’nun gözde şehri İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edildiğine şahit oldu. Gayet cesur bir üslup ile kalemini bir kılıç gibi kullanarak işgale karşı direndi, insanları motive etti. Bu doğrultuda “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini kaleme aldı. Bu kitabıyla ve bazı gazetelerde yayınlanan makaleleriyle İngilizlerin İstanbul’u işgal etmelerini korkusuz ifadelerle eleştirdiği için, İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığı tarafından ölü veya diri olarak ele geçirilme emri verildi. Ölüme meydan okuyan adam ise milli mücadelesinden asla taviz vermedi. Taviz vermek bir yana “Tükürün o gaddar zalimlerin hayâsız yüzlerine” gibi sert ifadelerle Anadolu insanını işgale karşı cesaretlendirdi.
Nitekim bu aleyhte faaliyetler İngiliz başkomutan Amiral John Michael De Robeck’i öfkelendirdi ve idam kararı ile bu kahraman insanın vücudunu ortadan kaldırmak istedi. Bu cebbar İngiliz komutanına eğer böyle bir şey yapılırsa Osmanlı halkının ebediyyen İngilizlere düşman olacaklarını ve ciddi isyanların başlayabileceği söylenmesi üzerine İngiliz işgalci komutan fikrinden vazgeçti.
Daha sonraları Millî Mücadeleye olan desteklerinden dolayı Ankara’ya davet edildi. Millet Meclisi’nin açılışına davetli olarak katıldı. Mecliste Millet vekillerine hitap etti. Kendisine teklif edilen çok cazip makam ve imkânları kabul etmedi. Çünkü düşmana galip gelinmesine rağmen, düşmanın fikir ve inançlarının benimsendiğini görmüştü. Ayrıca bazı şahıslarda Peygamber Efendimizin işaret ettiği olumsuz işaretleri gördüğünden orada durmadı ve Van’a giderek inzivaya çekildi.
Bundan sonraki yıllarını ise gönül verdiği, yeri geldiğinde canını vermekten geri durmadığı vatanında sürgün hayatı yaşatılarak geçirdi. Önce Burdur, Isparta ve Anadolu’nun daha birçok yerlerinde ya gözaltında veya tutuklu olarak yaşadı. Tüm zor şartlara ve hatta defalarca zehirlenmesine rağmen, telif ettiği Risale-i Nur isimli Kur’an tefsiri ile hayatının sonuna kadar tebliğ ve irşat faaliyetlerine devam etti.
Hayatını, dinine, vatanına ve milletine hizmet etmek için adayan bu gerçek kahraman insan, geride bu zamanın insanının ihtiyaçlarına harika izahlarıyla cevap veren pek çok eser bırakarak 1960’ta Urfa’da Allah’ın rahmetine kavuştu