Üniversitede ilk dersine başlamak üzereydi. Sınıftaki gürültü, kapıyı kapatan Hocanın cam kenarındaki masasına yönelmesiyle kesildi. Ellili yaşlarda, uzun boylu, beyazlaşmaya yüz tutan saçlarıyla, yüzündeki tebessümü cömertçe yansıtan Hoca; yanında getirdiği çantası ile beraber, özenle sarılmış paketi masasına bıraktı.
Meraklı gözler, ilk derslerine giren ve bölüme yeni atanan Hocalarına çevrilmişti. Hoca, ceketinin düğmesini açtıktan sonra, sol tarafındaki tahtanın önüne doğru yürüdü, birkaç adım öne çıkarak tatlı bir heyecanla konuşmaya başladı.
“Arkadaşlar öncelikle hepinize üniversite hayatınızda başarılar diliyorum. Bugün, sizlerle çok güzel bir ortak paydamız var. Öyle ki hepimiz bu okula yeni geldik. Bu üniversite şehrinde olmaktan dolayı gerçekten çok mutluyum. Sizlerin de, şehri ve insanlarını seveceğinizden eminim. Güzel hatıralarla dolu bir dönem geçirmenizi temenni ediyorum. Malum, okulun ilk günü. Geleneğe uyarak ilk günden sizleri derslere boğmamak adına, tanışıp-bilişerek bu saati değerlendirelim. Bu düşünceyle tanıdık bir öyküyü sizlerle paylaşmak istiyorum” dedi. Salonda oluşan kısa süreli diyaloglar kesildiğinde Hoca, elindeki kâğıdı uzatarak ön sırada oturan bir öğrenciden okuması için ricada bulundu.
“1975 yılı serin bir eylül sabahı şehre giren otobüs, ezanların okunduğu esnada Çeşme Meydanı’ndan dönüp Tozlu Cami istikametine yöneldi. Yolun sağ tarafına park etti. Otobüsten inen, ellili yaşlardaki adam, eşi ve oğlu, bagajdan indirilen valizlerinin yanına geldiklerinde otobüs tekrar hareket etmişti.
Yahya Usta, Orta Anadolu’dan, asker arkadaşının tavsiyesi ile iş bulmak maksadıyla aylar önce bu şehre tek başına gelmiş, birkaç gün asker arkadaşının misafiri olmuştu. Kısa süre içinde Kunduracılar Çarşısı’nda yıllardır ayakkabı tamirciliği yapan Recep Usta ile tanışıp, yanında çalışmak üzere anlaşmıştı.
Yahya Usta, geldiği kasabada babasından kalma, tek katlı ahşap dükkânda ayakkabı tamiri yaparak geçimin sağlıyordu. Biraz geç yaşta baba olmuş, oğlu ve eşi ile kanaat içinde bir hayat sürmekteydi. Bir gün çay demlemek için kullandığı ocağı açık unutması sonucu çıkan yangında, ekmeğinin yareni dükkân tamamen yanmıştı. Çok büyük sıkıntı içindeydi. Kasaba halkı ellerinden geldiği kadar yardımcı olsa da yetmemiş, elinde olan tüm birikimini yanan dükkânın sahibine vermişti. Tek hedefi oğlunun daha iyi şartlarda eğitim görmesi olan Yahya Usta, yaşadığı bu durumu fırsat bilerek yollara düşmüştü.
Yahya Usta’nın böylece başlayan Adapazarı’ndaki hayat hikâyesiyle beraber, tek göz, ahşap ve küçük bahçesi olan evin ocağı da tütmeye başlamıştı.
Ailecek şehre yerleştikleri ilk günlerdi. Öğle saatlerinde oğlunu evden alıp, Uzun Çarşı istikametine yöneldiler. Aynı esnada öğle ezanı semada yankılanmaya başlamıştı. Tozlu Camii önüne geldiler. Böylesine büyük ve güzel bir eseri gören oğlu, çok şaşkındı. Bu hal ile Tozlu Camii’nin neredeyse göğü delecek gibi duran iki minaresine hayranlıkla baktı. Birlikle cemaate karışıp, Hafız Ali Özdin Hoca’nın arkasında namaza durdular. Namaz çıkışı caminin altındaki çay ocağında kısa süre soluklandıktan sonra, şehrin rahmet ve haşmet kapıları olan, Ağa Camii, Orta Camii ve Orhan Camii çevresini gezdiler. Aynalıkavak’tan geçip dükkâna ulaştılar. Hayranlık ve merak duyguları ile dolu oğlu, “Kasabadaki okulda öğretmenimiz bize denizleri, dağları tepeleri, adaları anlatmıştı, babacığım otobüste nereye gidiyoruz dediğimde bana ‘Adapazarı’ demiştin, bugün pazar yerlerini, çarşıyı gördüm ama deniz nerede, ada neresi merak ettim?” diye sordu. Oğlunun sorusu karşısında şaşkınlıkla, bir süre düşündü ve tebessümle, evladım haklısın, bu şehrin adı Sakarya, Adapazarı ise bulunduğumuz merkez ilçenin adı, yani şehrin merkezi. Senin öğrendiğin adalardan değil. Burası, çok eski bir ticaret merkezi” dedi.
Yahya Usta, kısa sürede Aynalıkavak mevkiindeki esnafla kaynaşmıştı. İşine dört elle sarılıyordu. Oğlunun da ortaokula naklini yaptırmıştı. Mahalle arkadaşları “Kunduracının oğlu” diye hitap ediyorlardı. Eşi ise, şehre pek alışamamıştı, komşu kadınlar ona çok yakın davransalar da o hâlâ memleket özlemi içindeydi. Bu halini gizlemekte pek de başarılı değildi. Zaman zaman Yahya Usta’nın “Merak etme, evladımız üniversiteye başlasın, söz veriyorum memlekete döneceğiz” sözleriyle teselli buluyordu.
Sonbaharın, Adapazarı’nda tüm güzelliklerini ortaya döktüğü ve gazellerin savrulduğu günlerdi. Şemsiyeli parkın arkasındaki tarihi orta okulda kunduracının oğlu için artık yeni bir hayat başlamıştı. Okumayı çok seviyordu, okulun kütüphanesinden faydalansa da kitapların evinde de bulunmasını çok istiyordu. Bir akşamüstü Postane Sokağı’nda, pasajda İhvan Kitabevine tesadüf etti. İki kitap seçmişti biri Ömer Seyfettin’den “Pembe İncili Kaftan,” diğeri ise Sait Faik’ten “Semaver.” Parasını ödemek için tezgâha yanaştığında, dükkân sahibi bir kitabın ücretini alarak diğerini hediye etmişti. İtiraz etse de kabul görmemişti.
Bu okuma merakının ilk meyvesini, edebiyat öğretmeninin verdiği kompozisyon ödevinde almıştı. Kompozisyonların değerlendirmelerinin yapılacağı derste öğretmen, tüm öğrencilerin sonuçlarını okumuş, ancak onun notunu söylememişti. Oturduğu yerden kalkıp tahtanın önüne gelen öğretmen, eliyle kunduracının oğlunu işaret ederek yanına davet etti. Öğretmen elinde tuttuğu kâğıdı sınıfa göstererek:
“Arkadaşınız bu ödevden tam puan aldı. Çok güzel bir çalışma olmuş. Kendisini tebrik ediyorum” diyerek, ceketinin iç cebinden çıkardığı kutuyu kunduracının oğluna uzatmış, “Bu benden sana bir hediye, inşallah hayatının en güzel imzalarını bu dolmakalemle atarsın” demişti. Öğretmeninin söylediklerinden çok etkilenen delikanlı, sırasına oturdu ve bir süre başını hiç kaldırmadan mahcup ve düşünceli şekilde durdu. Bu aldığı ilk hediyeydi… Artık hediye kelimesi onun için ilk defa böylesine anlamlıydı.
Edebiyat aşkını perçinleyen dolmakalem hediyesinden sonra, İhvan Kitabevi ikinci adresi olmuştu. Burada şehrin fikir dünyasına yön veren çok kıymetli insanlarla tanışmıştı. Özellikle Yeni Cami civarındaki Asma altı Kıraathanesi’nin bahçesinde Selahattin Şimşek’in sohbetleri ve her biri bir mahya gibi parlayan sözleri yoldaşı olmuştu.
“Sesini değil sözünü yükselt! Yağmurlardır büyüten zambakları, gök gürültüleri değil.” Ş.
Bu şehre geldiği daha ilk günlerde içinde huzur bulduğu Tozlu Camii’ne ayrı bir ilgisi vardı. Bir Cuma namazı çıkışı aynı safta namaz kıldığı ve yüzünde şimdiye kadar kimsede görmediği bir tebessüm olan Zafer Dergisi’nden Selim Gündüzalp mahlaslı Şehrin Hüseyin Abisiyle tanışmış ve bir anda kendini dergide yıllardır Cuma namazı çıkışı ikram edilen kuru fasulye sofrasında bulmuştu. Hüseyin Abi insanın kalbine bakıyordu, kuru fasulye ikramının sonunda kalabalığa verdiği “Ölüm son değildir” sohbetlerinin sonunda yaptığı uzun dualara “âmin” demek bir başka gönül hoşnutluğu idi.
Böylece, şehrin manevi dokusunda yıllarca yoğrulan kunduracının oğlu, çok arzu ettiği Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni kazanmıştı.
Hacı Bayram Veli Hazretlerinin şehri Ankara, yeni bir umut kapısı olmuştu. Yine de Adapazarlı isimsiz hayırseverlerin ilgi ve bursları, onu burada da yalnız bırakmamıştı. Lisans, ardından yurtdışında yüksek lisans ve mezun olduğu üniversite tarafından kabul edilen doktora başvurusu ile tekrar Ankara’ya dönüp, aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademik hayata başlamıştı.
Çok sık memlekete, anne babasını ziyarete gidiyordu. Son gittiğinde sağlık ocağında annesi ile yakından ilgilenen Gülbahar hemşire ile tanışmaları, hayatına renk katacak yeni bir başlangıcın izlerini taşıyordu. Karşılıklı bu duygusal ilgi annesinin de dikkatinden kaçmamış ve onayıyla çok kısa sürede bir izdivaçla sonuçlanmıştı.
Doçent olduğu yıl, kızının doğumuyla, hayatında bir başka mana yağmuru başlamıştı. Yıllarını akademik çalışmalarla ve yetiştirdiği öğrencilerin başarıları ile bereketli, yoğun bir çalışma temposu içinde geçiren Kunduracının oğlu, kızının üniversite sınavını kazanması ile nihayet vefa borcunun ödeyecek olmanın heyecanıyla coşuyordu. Böylece yeni bir öyküye adım atmak üzere, hamurunun yoğrulduğu şehre doğru yöneliyordu.”
…
Öğrenci elindeki kâğıdı okumayı tamamladığında, kısa bir sessizlik oldu. Hoca masasına yöneldi, çantasına elini uzatmıştı ki, oluşan sessizliği hikâyeyi okuyan öğrencinin titreyen sesi bozdu.
“Hocam burada kunduracının oğlunun adı yazmıyor” dedi, merakla. Hoca tebessümle;
“Arkadaşlar böylece tanışmamızın anısına bu pakette size birer hediye bıraktım” dedi ve kapıya yöneldi.
Hoca kapıdan çıktığı anda, meraklarını gidermek isteyen öğrenciler telaşla masada duran pakete yöneldiler, ilk açan öğrenci eline aldığı ‘Kalem’i havada sallayarak, kalem, dolma kalem diye haykırdığı esnada en arka sırada oturan ve dakikalardır içinde kopan fırtınaya direnen genç kız, gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Hoca sükûnetle sınıftan çıktı, ana kapının sağ tarafında bulunan ilk banka oturup, nemli gözlerini sildi. Çok mutluydu. Defalarca “Allah’ım sana ne kadar şükretsem azdır, bu şehir bana çok iyiliklerde bulundu, şimdi bu vefa borcumu ödeme imkânını bana lütfettin, şükürler olsun” dedi. Nemli gözleri, gökyüzüne doyasıya huzurla yöneldi. Sınıftan çıkarak yanına ilişen kızı babasına sıkıca sarıldı. Bir süre hiç konuşmadılar. Sessizliği Ali Osman Hoca bozdu, kızının ellerinden tutarak:
“Acıktın mı?”
“Hem de nasıl” dedi, tebessüm ederek kızı.
“Islama köfte yiyelim mi?..”
- Hile-i Şer’iyye / Bekir Sıtkı Baytar
- İnsan, Neden Ölür? / Murat Çetin
- Bir Yıldız Daha Söndü / Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
- Örneklerle Tevhid Dersi / Bahri Han
- İhlas Suresinin Düşündürdükleri / Murat Balcı
- İçimizdeki Şeytan / Hande Ustamahmut
- Gerçek Bir Çakmakçılar Yokuşu (Mercan) Hikayesi / Dr. Osman Eminler
- Evrimin Bilimsel Açıdan Geçersizliği / Dr. Ali Kemal Pekkendir / BSc ODTÜ Makina Müh. MSc Birmingham Üniv. PhD California Üniv.
- Bilim Tarafsız mı, Taraflı mı? / Ayhan Küflüoğlu
- Din Eğitimi ile Amaçlanan Toplumu Cahilleştirmek midir? / Dr. Adnan Küçük
- İrade Terbiyesi / Özlem Değirmenci
- Gülün Fısıldadıkları / Tülay Bülbül