TR EN

Dil Seçin

Ara

Ağaçlardan İnsanlara, İnsanlığa...

Ağaçlardan İnsanlara, İnsanlığa...

İnsan odaklı yaklaşımlara ihtiyacımız var en çok… “İnsan insanın kurdu değil, yurdudur.” diyen, insanı insandan eden değil insanı insana yakın eden, yeniden insan insana tanış ve biliş olmayı mümkün kılan anlayışlara...

Şehrin uzak veya yakın minarelerinden sık sık kulağa çalınan selalara bir yenisi daha ekleniyor. Birisi daha imtihanını tamamlayıp göçtü ha diyorum. Bitmek bilmeyen işler, tamamlanmamış yapılacaklar listesi, hayata geçirilecek plan ve projeler, gerçekleştirilecek hayaller… Her birini geride bırakarak… Dünyevileşmenin her kesimden insanı esir aldığı günümüzde hep “erken ve zamansız” çattığı düşünülen ayrılıklar… Hazırlıksız yakalanılan vedalar… Bir yanımızı eksilten gitmeler…

Gözüme ağaçlar takılıyor hemen evin karşısında yer alan… Hep gördüğümüz, hep orada olan… Ama bu kez farklı bir şeyler söylüyorlar hal dilleriyle… Selaların göğe yükseldiği bir demde üzerlerinde yapraktan çiçekten eser olmayan ağaçlardan ders almak varmış bugün nasipte… Geçen ilkbaharın müjdeleyicisi olarak dallarda açan yemyeşil yapraklar, rengârenk çiçekler sonbaharda sararmış solmuş ve terk eylemişler yurt bildikleri dallardan dökülüp toprağa… Ağaç kuru dallarıyla öylece ortada kalakalmış sanki… Gökyüzünün griliği altında beton binaların arasında cansız bir varlık gibi garip, mahzun dikiliyor öylece... Oysa biliyorum ki önümüz bahar ve bu kuru dallar, Allah’ın güzel takdiriyle yine yeşerecek yine çiçek açacak renk renk… Bunu düşününce darlık kasvet ne varsa dağılıveriyor, bir ferahlık geliyor içine insanın… Yokluğa hiçliğe gitmemek, ebedi hayata uyanmak ve bitmeyen nimetlerle nimetlenmek… Hele bir de Rıza-i Bari ümidi ve tesellisi…

Küçük arka bahçeye düşüp toprağa karışan yaprakların hali de bir şeyler söylüyor… Onlar öylesine gitmediler, bilakis toprağa karışıp zenginleştirerek ilk baharda hayat bulacak yeni yapraklara gıda/can oldular… Benden sonraya ne kalacak diye endişelenir ya insan… Öylesine gelip geçmemiş olmak ister bu dünyadan… İnsan olarak var edilmenin, bunca nimetle, ikramla ağırlanmanın, göçüp gitmenin sonra… Bir anlamı olmalı bütün bunların… Anlamsızlığa mahkum olmamanın bir yolu da kendinden sonraya bir hoş sedâ  bırakabilmekten geçiyor… Sonradan gelenler için bir şeyler yapabilmek… Onlara hayat tecrübesinden bir şeyler bırakmak mesela… Daha önce geçilen bu yolların yolcuları olarak muhtemel tuzaklar, aldanışlar ile ilgili uyarıda bulunmak ve hakikatten yana nasibine düşen miktarınca müjdeler sunmak onlara... İnsan olmak ortak paydamız… Herkesin tercih ve kararlarıyla insana/insan onuruna yaraşır bir şekilde davranıp davranmayacağı hususunda imtihanlardan geçirileceği de bildirilmiş… Öyleyse karşılaşılması son derece ihtimal dâhilinde olan nice insanlık veya dünya hallerine dair bir önceki neslin sonradan geleceklere peşinen yardımcı olması, el uzatması kendinden sonraya hoş bir sedâ bırakmak gayreti olarak ne kadar kıymetlidir değil mi?

O nedenle ömür nihayetlenmeden, sonbahar yaprakları gibi toprağa düşmeden evvel bugünkü neslin bilgi, görgü, ahlak, erdeme dair yeni nesle aktarımları son derece önem taşımakta. Bu da insan insana teması, iletişimi, etkileşimi gerekli kılıyor. Günümüzde ise özgürlük adına, bireyselleşme adına gittikçe yalnızlaşan insanlar bu imkândan mahrum bırakılıyorlar aslında… İnsanlar arasındaki bağlar çözüldükçe, özellikle aile yapısı her geçen gün daha da kırılganlaşıp çabucak dağılacak bir hale geldikçe, hayatın pratiklerine veya kültür ve medeniyet kodlarının aktarımına dair nice insani paylaşım ihtiyacı hayatın doğal akışı içinde gerçekleştirilemiyor. Özgür ama yalnız bireyler hayatla baş etmek için hep güçlü olmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Merhamet, vicdan, sosyal dayanışma gibi hem insanın hem toplumun güvencesi olan duygular eksildikçe bir bir, hayatlarımızı kurslara, profesyonellere, sertifika programlarına, koçlara, danışmanlara teslim ediyoruz yaşam becerisi kazanmak veya daha donanımlı olmak adına…

İnsan odaklı yaklaşımlara ihtiyacımız var en çok… “İnsan insanın kurdu değil, yurdudur” diyen, insanı insandan eden değil insanı insana yakın eden, yeniden insan insana tanış ve biliş olmayı mümkün kılan anlayışlara...

İnsanlığa dair ilk öğrenmelerimizin gerçekleştiği aile yuvasının önemi bir kez daha ortaya çıkmakta. Sadece savunmasız ve muhtaç olarak dünyaya gelen bebekler ve masum çocuklar için değil, yetişkin kadının da erkeğin de acımasız, soğuk, rekabete dayalı ve insana neredeyse insanlığını unutturan dış dünya karşısında sükûn bulacağı ve kendini toparlayacağı şefkat, merhamet ve muhabbet temelli aile yapısı son derece önem arz ediyor. Bizden sonrakilere bir şey bırakmak düşüncesinin hayat bulacağı en temel kurum aile o yüzden… Sağlam ve sağlıklı bir aile yapısının tesisi ve korunmasına yönelik yasal tedbirlerin yanı sıra zihniyet ve kalp eğitiminin de elzem olduğu bir gerçek..

Velhasıl, bir ağacın yeşil yaprakları da dalından kopup toprağa düşenleri de, haneleri teşrif edenler de hanelerden göçenler de hem müjdeler vermekte hem de sonraya, sonrakilere dair bir şeyler söylemekte… Tabi ki kulak verene…