TR EN

Dil Seçin

Ara

Kafamın Tasını Attırmayın!

Kafamın Tasını Attırmayın!

Pek çoğumuz gerçek bir insan kafatası görmediğimiz için, kafatasını—yaşadığımız sürece nerede açıp nerede kapatacağımıza bir türlü karar veremediğimiz çene kemiğimiz hariç—tek parça bir şey zannederiz. Acaba nasıl bir kafatası taşıyoruz?!

Benden söylemesi! Tersim çok pistir. Siz siz olun, kafamın tasını attırmayın! 

Atarsa ne mi olur?

Canım ne olacak, zavallı beynimi bir ceviz kabuğu gibi sarıp sarmalayan ve onu atılan taşlardan, savrulan sopalardan, ağaçtan tepe üstü yere düşmek neticesinde alınabilecek darbelerden koruyan o sapasağlam kafatasımın parçalarından biri yerinden çıkıverir; Allah korusun, sonra da beynim hava alıp, üşütür. 

Zaten kafayı yeterince üşütmüş bir yazar olarak, billahi daha fazlasına tahammül edemem!

Tutar, bayramlarda, resmî törenlerde, elime kalas gibi bir sopa alır, ucuna da en son lisede taktığım kravatı takar, “Senelerdir iki yakanız bir araya gelsin diye bunu takıyorsunuz! Ama iki yakanız bir türlü bir araya gelmiyor!” şeklinde sloganımı atarım.

Başta vali bey ve makam şoförü olmak üzere protokoldeki herkes beni ayakta alkışlarken, boyunlarından kravatlarını çıkarıp halay başının mendili gibi sallamaya başlarlar.

Bir köşede sıranın kendilerine gelmesini bekleyen belediye bandosu durumdan vazife çıkarıp, “Pınar başı burma burma yar yar yar aman” türküsünü çalar.

Protokoldekilerin, kravatlarını çıkarması ile beyinlerine daha fazla kan, dolayısıyla daha fazla glikoz ve oksijen gideceği için, bu yaptıklarının çok da mantıklı bir hareket olmadığını anlamaları uzun sürmez. Fakat iş işten geçmiştir artık...

Zabıtalar tören alanına hızla girerken, belediye bandosu da, yerine yenisi bulunamadığı için bir türlü emekli olamayan bando şefinin emriyle, Pınar Başı’ndan, Kolbaşının Kıratı’na sert bir geçiş yapar. “Yine de şahlanıyor aman. / Kolbaşının yandım da kıııııratı!”

Çocuklar, gördükleri manzara karşısında kendilerinden geçer ve “Hepimiz Tarık Uslu’yuz!” diye bağırır. Onları, efendi gibi izlesinler, millî duyguları gelişsin diye törene getirmiş olan ana babaları, bu durumdan fevkalade tedirgin olur. 

Ertesi gün, bu şenlikli haberi üçüncü sayfadan kereste gibi harflerle verecek gazeteleri de, apar topar götürüldüğüm ve tımarhaneye sevk edileceğim günü beklediğim Cibali Karakolu’nun nezarethanesinde ters tutar, öyle okurum...

Yazık değil mi bana! Siz en iyisi attırmayın benim kafamın tasını!

Aslına bakarsanız insanın kafasının tası da, öyle kolay kolay atacak cinsten bir tas değildir. Bunlar ama haklı ama haksız bir öfkeden, kızgınlıktan, gözü dönmüşlükten söylenen, birtakım tutarsız sözlerdir sadece. Bir insanın kafasının tasının attığı nerede görülmüştür?

Korkmayın! Sizi ne kadar sinirlendirmiş olurlarsa olsunlar, kafanızın tası atmaz. Ancak siz birilerini yeterince sinirlendirirseniz, kırılabilir! 

Peki ama bu kafatası nasıl bir tastır! Çorba tası gibi bir şey midir?

Eh, bazılarının içinde çorba kıvamında bir beyin olduğu söylenebilirse de, kafatası, bir çorba tası değildir elbette. Vücudumuzun en önemli ve en hassas organını koruması için özel olarak yaratılmış mükemmel bir kabuktur. Aslında ona tas ya da kabuk yerine, koruyucu bir kask desek, çok daha isabetli bir benzetme yapmış oluruz...

 

Kafanın tası

Bütün aklı başında motosiklet sürücüleri, kask takmanın ne kadar önemli olduğunu bilir. Ve kasklarını takmadan motorlarına binmezler. Aslında kask takmanın ne kadar önemli olduğunu, kask takmayan motosiklet sürücüleri de gayet iyi bilir. Fakat, sanırım kafalarının içinde, onu tehlikelerden korumaya değecek kadar kıymetli bir organ taşıdıklarını düşünmüyorlar.

Bilemem, belki de haklılar. Çünkü o korkunç makineye kasksız binebilen birinin kafası, gerçekten de, dışarıdan göründüğü kadar dolu olmayabilir...

Motosiklet sürücüleri kask, inşaat işçileri baret, askerler de miğfer takarlar ve bütün bunlar vücudumuzdaki en ama en önemli organı olan beyni, ‘başımıza’ gelebilecek türlü tehlikelerden korumak içindir. Ancak kimse fırına ekmek, manava armut, nalbura klozet kapağı almaya giderken, kafasına kask takmaz. Çünkü beynimiz, yaratılıştan sahip olduğumuz bir kafatası sayesinde, diğer organlarımız ile kıyas edilemeyecek kadar sıkı korunmaktadır.

Pek çoğumuz gerçek bir insan kafatası görmediğimiz için, kafatasını—yaşadığımız sürece nerede açıp nerede kapatacağımıza bir türlü karar veremediğimiz çene kemiğimiz hariç—tek parça bir şey zannederiz.

Oysa kafatası—yüzümüzü oluşturanları saymazsak—8 ana parçadan meydana gelir. Fakat iskeletimizi oluşturan öteki kemiklerden farklı olarak bu parçalar, parmaklarımızdakiler gibi oynar eklemler şeklinde değil, birbirine tıpkı bir legonun parçaları gibi geçirilip, sağlamca oturtulmuştur. Böylece kafatası, neredeyse tek parça sapasağlam bir kask gibi beynimizi korur. Dışarıdan gelebilecek darbeler beynimize zarar veremez. Elbette bu koruyucu sistemin, kafatasınızın ne kadar sağlam olduğuna ve gelen darbenin şiddetine göre bir sınırı vardır. Tabii eğer kemikleriniz, Wolverine gibi Adamantium elementi ile kaplı ise o zaman başka!

Aslında dünyaya geldiğimizde kafatasımız böyle sapasağlam ve tek parça hâlinde değildi. Onu meydana getiren parçalar birbirinden ayrıydı ve aralarında büyük boşluklar vardı.

Ne zaman eve yeni bir kardeş gelse, ablalar ve abiler, pek çok konuda ama özellikle bebeğin kafası konusunda sürekli ikaz edilirler, bilirsiniz.

 

Bıngıldak diye bir şey

Bir yazar olarak bazı kelimelere oldukça mesafeli dururum. Onları mümkünse, ne yazarken ne de konuşurken hiç kullanmam. 

Bunlardan bazılarının sesi hoşuma gitmez, bazılarının anlamından neredeyse nefret ederim. Bir kısmından da, hatırlamak istemediğim şeyleri ya da kişileri hatırlattığı için uzak dururum.

Bıngıldak, işte o kelimelerden biridir ve ne zaman duysam, bir bebeciğin başını okşarken parmaklarımın o ürpertici çukuru ilk hissettiği ânı hatırlarım. Ve henüz kafatası tarafından kapatılmamış, üzeri sadece incecik bir deri ile kaplı o yumuşak çukurun altında, bebeğin beyni olduğunu bilmenin bana nasıl bir korku verdiğini... Bu, ona bir zarar verebilme ihtimalinin korkusudur aslında. Başka birine zarar verme ihtimalinden ödü kopan biri için, pek de tahammül edilecek şey değildir. İşte sırf bu yüzden, bıngıldak kelimesini, kulağa komik gelen o sesine rağmen, hiç sevmem, mümkünse hiç kullanmam ve duymak bile istemem...

Ama bütün bunlar, benim bıngıldağın ne olduğunu, neden olduğunu ve ne işe yaradığını öğrenmeme engel değil elbette...

Sahi niye bebekler dünyaya tek parça hâlinde sapasağlam bir kafatası ile gelmezler? Bütün bu işler tesadüfen olamayacağına göre, bunun bir sebebi olmalı çünkü—biz bilelim ya da bilmeyelim ya da henüz bilmeyelim—her şeyin bir sebebi vardır.

Sebebi daha doğrusu hikmeti...

Hikmetini, yani sebebini öğrendiğimizde, “Haaa... Demek o yüzden bu şekilde yaratılıyor!” diyerek, hayret edeceğimiz bir faydası...

 

Bebekler için özel bir kask 

Yetişkin bir insanın vücudunda orta kulaklarındaki miniminnacık örs, üzengi ve çekiç dahil 207 adet kemik bulunur. Ama dünyaya yeni merhaba demiş bir bebeğin vücudundaki kemik sayısı 300 tanedir! Çünkü bebek büyüyüp geliştikçe, bu kemiklerden bazıları bazıları ile birleşir. Kemikler arasında bulunan kıkırdak ya da lifli dokular zaman içinde kemikleşir. Mesela kafatasını oluşturan 8 parça kemik bu konuda verilebilecek örneklerin en başında gelir.  

Kafatası kemikleri bebekler daha anne karnındayken yaratılmaya başlandığı hâlde, bizim bildiğimiz birbirine sıkıca kenetlenmiş parçalardan oluşan bir yapıda değildir. Doğumdan sonra bile, kafatası parçaları birbirinden ayrıktır ve aralarında fontanel adı verilen lifli, oldukça sağlam (evet gerçekten sağlamdır, yani o kadar da korkmanın bir anlamı yoktur aslında) ama bir o kadar da esnek bir doku bulunur. 

İşte bebeklerin kafasına dokunduğumuzda parmak uçlarımızla hissettiğimiz ve adına bıngıldak denen o ürpertici yumuşak bölgeler onlardır. Özellikle başın ön kısmında bulunan bıngıldak, çok belirgindir. Bebek ağladığında şişer, parmağınızı üzerinde değdirdiğinizde onu hissedersiniz. Kafa derisinin hemen altında bulunan esnek liflerin ne kadar sağlam yaratıldığını bilseniz de bilmeseniz de, bu size ürperti verir. Hele de kalbin her çarpıntısında, nabız gibi atan bu dokunun altında, bebeciğin beyni olduğunu düşünürseniz...

 

Peki ama neden? 

Neden bebekler dünyaya böyle yarım yamalak bir kafatası ile gelirler! Sapasağlam ve tek parça bir kafatası ile doğmaları çok daha güvenli olmaz mı? 

İlk bakışta bize öyle gelebilir ama bıngıldaklı ve esnek yapılı bir kafatası ile doğmanın son derece büyük bir önemi vardır. Her şeyden önce doğum sırasında bebek dar bir kanaldan geçeceği için, kafatasının esnek olması çok önemlidir. Böylece aralarındaki esnek bıngıldak sayesinde ayrık parçalar birbirine yaklaşır ve hatta üst üste biner. Kafatası küçülerek daha kolay bir doğum gerçekleşir. Bu hem anne için, hem de bebek için büyük kolaylıktır. Eğer kafatası tek parça olsaydı belki de doğum sırasında sıkışacak ve pek çok bebek, dünyaya çatlamış, kırılmış ve hatta kırılan parçaları beyne batmış bir kafatası ile dünyaya gelecekti. İnanın bu, hiç de küçük bir ihtimal değildir...

Fakat bıngıldaklı, esnek bir kafatası ile dünyaya gelmenin asıl faydası doğduktan sonra görülür. Çünkü bebeklerde beyin gelişimi çok hızlıdır. Kafatasındaki kemikler bu hıza yetişemez. Eğer tek parçalı bir kafatası ile dünyaya gelmiş olsalardı, kısa bir süre sonra beyinleri o kafatasının içinde, kafatasından daha hızlı büyüyecek ve içeriye sıkışıp kalacaktı. Oysa esnek ve bıngıldaklı bir kafatası sayesinde beyin büyür, kafatası esner ve her şey olması gerektiği gibi olur...

Ve zamanı gelince (iki sene kadar sonra) bıngıldak sertleşip kapanır, kafatası da, o bildiğimiz hâlini alır. Hayatımız boyunca en önemli organımızı türlü tehlikelerden koruyan bir kask gibi, gerçekten sağlam bir darbe almadığı sürece de işini iyi yapar.

Kafamızın tası, elbette vücudumuzdaki en sağlam yapıdır. Peki ama ne kadar sağlamdır? Mesela çocuklar için boyundan daha alçak bir yerden düşerse bir şey olmaz derler.

Acaba gerçekten öyle midir? 

Bunun düşülen zeminin sertliği, çarpılan zeminin dokusu ve düşen çocuğun kilosu gibi bir sürü belirleyici sebebi vardır. Yani toprağa düşmek ile taşa düşmek, elbette aynı şey değildir. 

Ayrıca yirmi beş kiloluk bir çocuğun bir metreden aşağıya düşmesi ile aynı yaşta ama kırk beş kiloluk bir somun pehlivanının aynı yükseklikten düşmesi de, aynı neticeyi vermez elbette.

Sanırım bu, “İncir ağacından düşen sakat kalır” gibi bir söylentiden başka şey değil. Zamanında incir ağacından hem tepe üstü, hem de kıç üstü düşmüş biri olarak söylüyorum bunu...