“Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.”
— Hz. Muhammed (asm)
(Taberanî, el-Mu'cemü'l-Kebir, 22/309))
Eğer ölmezsek ihtiyarlayacağız; bu kaçınılmaz bir süreç. Elbette ki sözüm gençlere.
İhtiyarlayan bir insan nasıl bir ‘halet-i ruhiye’ye girer? İhtiyarların zihinlerinden, hayalhanelerinden neler geçer? İhtiyarlar nasıl bakarlar yaşama, varoluşa, yok oluşa? Sınırlı bir iradeden, bilinçli bir benlikten başka bir şeyi olmayan ve sonsuzluk için çırpınan insan bu yok oluş sürecine nasıl dayanır? diye sorular sordum; önce kendime. Çünkü ben de bu sürecin, bu yolun yolcularından birisiyim.
İhtiyarlık Psikolojisi (Geropsikoloji) denilen bir alt bilim dalı var artık. Geropsikoloji ihtiyarlamış insanların psikolojileri üzerine araştırmalar yapan, bulgulara erişmeye çalışan bir bilim dalı.
Bu bilim dalının yaptığı araştırmalar genellikle üç başlıkta toplanıyor. Bunlar (1) bedensel zorluklar, (2) ruhsal zorluklar ve (3) toplumsal zorluklar adlı başlıklarda toplanıyor.
İlerleyen yaşlarda, gençlik döneminden getirilen astım, kronik bronşit ve benzeri kronik hastalıklar yanında ihtiyarlık döneminde artan arteriyoskleroz (damar sertleşmesi), demans bozuklukları, inme, kas kitlelerinde azalma ve benzeri bedensel rahatsızlıkları da beraberinde getiriyor.
Bunun yanında yalnızlık hissi, özgüven azalışı, yaşam ilgilerinin azalması, çaresizlik, karamsarlık, stres, değişimler karşısında tolerans azalması, tutum ve davranış değişiklikleri gibi ruhsal belirtiler de görülmektedir.
Bunlara ilaveten çağımız ihtiyarlığı düşünüldüğünde teknolojik gelişmelere ayak uyduramama, köklü değişiklikler yapabilme cesaretinde azalış, ilgi görememe, çocukların evden evlilik nedeniyle ayrılması, ekonomik zorluklar, verimliliğin azalmasıyla birlikte kendini değersiz hissetme gibi sosyal zorluklar da ihtiyarları bekleyen tehlikelerdendir.
Aslına bakmak gerekirse ihtiyarlık bir şeref, saygınlık ve donanım halidir. Yaşam yolunda ilerlemek ihtiyarlardan sağlık, afiyet, fizikî kudret gibi pek çok şeyi alıp götürmüş olabilir. Ancak engin bir tecrübe, dolgun bir donanım, vakar ve ileri görüşlülük de getirmiştir.
Fakat zaman hızla değişimler gösteriyor bizlere. Şimdinin ihtiyarları eskinin ihtiyarları kadar hürmet göremiyorlar. Eskiden ihtiyarlar bilgi alınan, tecrübelerinden istifade edilen, ayaklı kütüphane hükmündeydiler.
Lâkin şimdi durum değişti. Artık herkes hemen her bilgiye internet ve benzeri yollarla ulaşabiliyor. İhtiyarları bile hayrete düşürecek bilgiler küçücük ağızlardan dökülebiliyor. İhtiyarlar ihtiyarlığın getirdiği tecrübeleri, donanımları kullanamıyorlar; daha doğrusu onlara kullandırılmıyor.
Sevgili Peygamberimiz (salât ve selâm O’nun üzerine olsun) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada, birbirlerine şefkat göstermede müminler bir vücut gibidirler. Vücudun bir azası rahatsız olursa tüm beden bu rahatsızlığı hisseder.”
Bırakalım kendi anne ve babalarımızı, tüm büyüklerimize hürmet, ihtiyarlarımızın korunması ve gözetilmesi önemli bir meseledir. Hatta ‘bizi biz yapan’ şeydir. Ancak maalesef günümüzde ihtiyarlar gereken hürmeti, şefkati, saygıyı ve sevgiyi göremiyorlar.
Değil mi ki bizler, “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.” (İsrâ Sûresi, 23-24) ayetini bizlere gönderen bir Hakk’a iman etmiş kişileriz. Öyleyse bunun gereğini yapmak boyun borcumuzdur.
Kuşkusuz bunlar ve benzerleri ciddi sorunlar olarak ihtiyarların karşısında durmaktadır. Ancak daha da önemlisi yaşamın bitecek olması ve buna karşı gösterilecek olan dirayettir.
“…ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk Suresi, 2)
Muhakkak ki insan ölümlülük etiketini almıştır bir kere ve kaçamaz bundan istese de.
Kuşkusuz ölüm her an insanın yakınındadır. İnsanın en düşünülesi meselesi ölüm ve sonrası olması gerekirken insan gaflet batağında bu gerçeği görmezden gelir; gelmek ister. Çünkü şişmiş benlikler buna temayül eder. İnsan devekuşu misali başını kuma sokar, ölüm yokmuş gibi davranır.
Ne zaman bir ölüme şahit olsa insan, kendini beğenmiş benliği saldırıya geçerek insanı bu durumdan çekip alır; hayatın(!) içine yeniden sokar. “İşte varsın.” der, dedirtir. “Hayattasın ya işte, önemli olan da bu.” der ve rahatlatır bizi benliklerimiz. Sahi, gerçekten rahatlar mı insan?
Yeniden hayatın içine giren insan hiç ölmeyecekmiş gibi dalar dünyanın sayısız telâşına. Türlü dertleri vardır çünkü insanın yaşam içerisinde. Bundan her an ölüm düşünülmeli, yaşama bakılmamalı gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Ancak Fahri Kâinat Efendimiz (salât ve selâm O’nun üzerine olsun) demiyor mu ki; “…yarın ölecekmiş gibi ahretine çalış.”
Ancak şu da bir gerçektir ki, ihtiyarlık hali insanın ölümlülüğünü insana daha çok hatırlatmaktadır. Ölüme yakın oluş tüm hayatı kuşatsa da ihtiyarlamak bu kuşatmayı gözler önüne serer. Sanki ölüm ihtiyarlar içinmiş gibi. İnsan bu tuzağın her zaman yanındadır ve düştü düşecek gibidir bu tuzağa.
Konunun burasında ve sonunda Sebeb-i Kâinatı analım bir kez daha:
Bir gün Resul-i Ekrem Efendimiz (salât ve selâm O’nun üzerine olsun) ashabı ile sohbeti esnasında oturduğu yerden kalkar ve eline bir çubuk alarak yere, kumun üzerine bir çizgi çizer ve der ki: “Bu insandır.” Sonra ilk çizginin yanına bir çizgi daha çizerek, “Bu da insanın ecelidir” der. Daha sonra ise ikinci çizginin uzağına bir çizgi daha çizer ve şöyle der: “Bu da insanın emelleridir. İşte insan daha emellerine ulaşamadan eceli ansızın geliverir.”
Yazının başında da değindiğim gibi eğer ömrümüz kifayet ederse hepimiz ihtiyarlayacağız; ama madem ecel gizli ve bize bir çizgi kadar yakın (ki öyle); hepimiz ihtiyarız demektir.