TR EN

Dil Seçin

Ara

Bisiklet Bölüğü, Marş Marş!..

Bisiklet Bölüğü, Marş Marş!..

Yetmiş yıl önceleri…

Ana caddesi bile “Arnavut Kaldırımı”, fakir, viran, tozlu bir kasaba; Adapazarı!..

Ben, o kaldırımların gece hâlinden çok ürkerdim… Seyrek fenerlerin uzak solgun ışığında, taşların sadece üst yüzeyi aydınlanır; taşların etrafı ise, dipsiz karanlık bir uzay boşluğu gibi görünürdü!.. Elimi tutan ele sıkı sıkı sarılır o simsiyah yokluk fezâsına savrulup uçmamak için, nefes nefese o taştan bu taşa seker dururdum!.. Yol bir bitse, eve gelsek!..

Dört yaşındaydım, zayıf nahif bir çocuktum ve Necip Fâzıl gibi “kaldırımların kara sevdalı eşi” falan hiç değildim!..

“Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!..”…

Ben ise tam tersine, güneşi, aydınlığı özlüyordum; geceler, kim istiyorsa onun olsun!..

İkinci Cihan Harbi yılları… Edirne civarında askerî yığınak yapılıyor. Gâye, Alman ordularını Trakya’da durdurmak ve Anadolu üzerinden Bakü petrollerine ulaşmalarını engellemek!..

Babacığım da “ihtiyat askeri” olarak Edirne’de… Resmini gösterirler, öpermişim!..

Hatırladığım en eski sahnelerden biri ise, geceleri korkarak yürüdüğüm o kaldırımlardan gündüz boyunca kafile kafile akıp geçen askerler!.. “Uygun adım” hızlı hızlı yürüyorlar… Omuzlarında, her adımda vücutlarını döven tüfekleri… Kan ter içinde, seslerini yırtarcasına marş söylüyorlar:

Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı,

Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı!..

Boş oturma çalış dedi; hizmet eyle vatana,

Sütüm sana helâl olmaz, saldırmazsan düşmana!..

Bu marş, mahfûzatımda bir numara ile kayıtlı ilk öğrendiğim beste olmalı!..

O çocuk yaşım, bu marşın sözlerinden şöyle bir mânâ süzebilmiştir sanırım:

Bir örnek tozlu elbiseler içinde çırpınıp bağrışan bu ağabeycikler, belli ki annelerinden yeni ayrılmışlardı… Her nereye gidiyorlarsa, sürekli çalışacaklar ve “düşman” denen kötü adamlarla dövüşerek onları bizim yerlerimizden kovacaklardı!..

Bu sayıda, askerlikten açıldı söz… İsterseniz devam edelim… İkinci soluk fotoğrafımız, babacığımın da içlerinde bulunduğu müthiş “Bisikletli Bölük” olsun!..

“Afili” üniformaları, silâhları, toz gözlükleri, boyalı potinleri… Her şeyleri tamam da, bisikletlerinin hiç birinin modeli diğerine benzemiyor!.. Kimi yüksek gidonlu, kimi yarış bisikleti… Bazısının çamurluğu, feneri, pompası falan var, bazısının yok!..

40’lı yılların başındayız; Adapazarı’nda bisikleti olanlar, zengin sayılan üç beş âilenin çocukları; babam, rahmetli Ahmet Arslan Ağabey ve birkaç kişi daha… Diğer şehirlerden gelenlerle birleşip bölük veya “takım” teşkil ediyorlar…

Neye yarayacak bu bölük?.. Büyüklerimiz her şeyi düşünmüştür elbette!.. Hani Alman Ordusunun o meşhûr “Motosikletli Birlikleri” var ya; bizimki de motorsuz oluversin… Hem bizler daha gayretli ve güçlü değil miyiz; bastık mı pedala, gider mi gider!..

Evet… Edirne’de toplanılıyor; resm-i geçit yapılacak!.. Protokolde yabancı sefirler, dost ülke temsilcileri falan da var!..

Yanlış hatırlamıyorsam, Fahrettin Altay Paşa, bizimkileri uzaktan görmüş… Bu ne hâl? Hemen bir emir: “Bisiklet Bölüğü! Kaybol! İstikamet yandaki koruluk, marş marş!..” Böylece, bizim yakışıklıların fiyakalı tören geçişi hevesleri kursaklarında kalıyor!..

Geçelim bir diğer fotoğraf karesine:

Tozlu kaldırımlar üzerinde marş söyleyerek yürüyen o askerleri, Çanakkale Gâzîsi Zeynel Enişte’m de seyretmiş olmalı!.. Bir köşe başında, koltuk değneklerine yaslanarak… Yirmi beş yıl önce yaşadıkları, nasıl bir duygu içinde gelmişti, gözlerinin önüne?..

Gelibolu dağlarındaki o “ölüm indiren gökler” ve “ölü püsküren yer”!..

Bir ayağı parçalanmış, aç, susuz… Kaç gün öylece kalmış, bilemiyor!.. Tam, kolu kanadı düştüğünde ve “Yolculuk var!” dediğinde, yanı başında bir ihtiyar zât beliriyor; ona sıcak ekmek ve su veriyor!..

Bu, pek çok benzeri olan “ötelerle irtibatlı” görüntüyü ise, meşhûr türkümüzle seslendirebiliriz:

Çanakkale içinde vurdular beni,

Ölmeden mezara koydular beni…

Of!.. Gençliğim eyvâh!..

Benim bir gâzî eniştem daha vardı; Tevfik Eniştem!.. Tepedeki Bağ Evimizde, ağustos gecelerinde onun bize anlattığı harp hatıraları… Gece böceklerinin hazin sesi, fon müziğimizdi…

Birinci Cihan Harbi’nde “İhtiyat Zâbiti” yani Yedek Subay olarak Kafkas Cephesi’nde!.. Topçu Teğmeni… Bataryasını bir tepenin üstüne mevzîlendirmiş, düşmana nefes aldırmıyor!.. Tepenin üç yanı sarp uçurum!.. Onlar ateş etmekle meşgûlken, fark edemiyorlar; bir düşman askeri sinsice tırmanıyor!..

Eniştem şöyle anlatırdı: “Bir anda, süngüsünü havaya kaldırmış iri yarı düşman askeriyle yüz yüze geldim!.. Allah!.. dedim ileriye atıldım; düşman askerinin iki kolunun arasına girdim!.. Geri kaçsa idim elbette kurtulamazdım!.. Gerisini hatırlamıyorum… Süngü sırtımı, kürek kemiğimi sıyırmış… Erlerim yetişip düşmanı uçurumdan aşağıya fırlatmışlar!..”

Eniştem, gömleğini sıyırır, uzunca bir çizgi hâlindeki yara izini gösterirdi…

O yara, inşâallah onun cennet vizesidir!..

Benim kendi askerlik hatıralarıma sıra gelmedi… Bir yedek subay Topçu Teğmeni olarak, orduda geçirdiğim bir buçuk yıl, değerli hatırlarla dopdolu!..

Evet, Anadolu’muz, cihânın en kıymetli fakat en çetin coğrafyası olarak, bizlerden güçlü olmayı, birlik olmayı istemekte… İlmî, itikâdî, iktisâdî ve dolayısıyla askerî güç!.. Ve, bütün dünya ile irtibatlı ve bilhassa iç bünyede tam bir sulh, birlik ve beraberlik!.. İnşâallah her şey, her geçen gün daha iyiye ve daha güzele doğru hızla gitmekte!..