Bir rüyâ gördü Nemrut: Yeni doğan bir yıldız,
Aydınlığı semâyı bürümüş yaldız yaldız…
Nûrundan kamer mahcûp, güneş silinmiş sönmüş,
Bâbil’in gamlı ufku, ışık seline dönmüş!..
Kâhinleri çağırdı, dediler: “-Kötü haber!..
Pek yakında doğacak O Beklenen Peygamber!..”
“-Göklerde işâret var; heyhât, kararmış bahtın,
Tehlikede servetin, devletin, tâcın-tahtın!..”…
Her zâlim, ayni vahşî çâreye başvurur, âh!..
Doğan erkek çocuklar katledildi bîgünâh!..
Evet, Mûsâ’ya benzer İbrâhîm’in çilesi,
Mağarada saklayıp baktı O’na annesi!..
Mağara!.. Nebîlerin aydınlık sığınağı,
“Mâsivâ”dan sıyrılış, “mâverâ”nın kucağı!..
Bazan, bir “zindan” olur, Yûsuf’lara dersâne,
Bazan “balığın karnı,” Yûnus’lara kâşâne!..
Ve bazen, bir “örümcek”, Mağara’yı örter de,
“Rabbin Sevgilisi’ne çeker ipekten perde!..
...
Genç İbrahim, bakışı, gökleri taramakta.
“-Batan’ı sevmem!” diye, Bâkî’yi aramakta…
“-Beni yoktan var eden Hâlık’ım nerdesin Sen?..
Acıkınca doyuran Râzık’ım nerdesin Sen?..”
“-Gücüm yetmez, hastayım, derman Senden Ey Şâfî!..
Kimsesizim, yalnızım ‘dostum’ Sen ol Ey Kâfî!..”
“-Şu dipsiz sahrâlarda hasretle yakma beni,
Bildim, Sen’sin Tek İlâh! Sensiz bırakma beni!..”…
İçten duâlar, Arş’ta cevapsız kalmaz elbet,
Gökten “Madalya” indi İbrâhîm’e: Risâlet!..
Ve ayrıca bir “Hil’ât”, zebercetli, incili:
O artık hem Resûl’dü, hem de Hakkın Halîli!..
“Tam techizât” iş başı: telkîn, tebliğ ve dâvet!..
İlk inanan annesi; O’ndan geldi ilk “evet!..”
Babasıysa, ne yazık; put yapar, put satardı,
Put sevgisi yerleşmiş, kalpten nasıl atardı?..
En zor iş, “alışılmış yanlışlar”la savaştır!..
Yâ Rab, islâh et bizi, “doğrular”a ulaştır!..
...
Evet, tebliğ sürüyor: Nebî, halka hitapta,
Dilinde “vahyin” gücü, her delîli “Kitap”ta!..
Ne var ki, hiçbir hizmet “sözle” gâyeye ermez,
Hele hele resûller, hiç rahat yüzü görmez!..
Emir geldi; baltayı kaptı İbrâhîm Nebî!..
Parçaladı putları! Ortalık mahşer gibi,
Haykırışlar, çığlıklar… Nemrut, öfkeden deli:
“-Putlara el uzatan, ateşte can vermeli!..”…
İbrâhîm yakalanmış; eli bağlı, kafeste!..
Sessizce zikrediyor Rabbini, her nefeste:
“-Yerin-göğün sahibi! Senden başka ilâh yok!..
Dilersen kurtulurum, dilemezsen felâh yok!..”
“-Sebepler tükenince Sen’den inâyet gelir,
Mazlûma rahmedersin, zulme nihâyet gelir!..”…
...
Meydanda büyük ateş, kavuran göğü-yeri!..
Bir “mancınığa” kondu, Allâh’ın Peygamberi!..
Nemrut’tan “-Fırlat!” emri bekleyedursun cellât,
İbrâhîm, bir tevekkül timsâli… sâkin, rahât:
“-O, Sultan; bense kulum; Sultân, kuluna neyler?..
O, En Güzel Vekîl’dir; neylerse güzel eyler!..”
Cebrâil geldi: “-Buyur! yapayım her emrini!..”
Resûl dedi: “-İstemem! Rabbim görüyor beni!..”…
Ve işâret! Kesildi mancınığın ipleri!..
Daldı İbrâhîm “ateş denizi”nden içeri!..
İşte o ân! Rahmet’in, lütfun fışkırdığı ân!..
Rabbin “kudret” elinin “esbâb”ı kırdığı ân:
“-Ey ateş!.. O’nu yakma; serin ol, selâmet ol!..
Dostuma, Halîl’ime gölgelik ol, cennet ol!..”
Alevler “-Lebbeyk!..”dedi, O’na sâyebân oldu,
İbrâhîm’in çevresi bir başka mekân oldu:
Meleklerin serdiği döşek, süslendi gül’le
Ve giydirdi Cebrâil O’na ipekten hülle!..
Yanında şırıl şırıl bir havuz: Havz-ı Kevser!..
Her kor, bir gonca olmuş; sünbül, nergis… serteser…
...
Çıktı Resûl ateşten… şükürde ve heybette!..
“İnançsıza tekebbür, sadakadır” elbette…
Halkta hayret ve dehşet… çoğu hemen inandı.
Nasîbi olmayanlar her şeyi “sihir” sandı!..
Nemrut’sa kâfir kaldı… nefse esir… süründü!..
Âdet budur: Nebî’ye “hicret” yolu göründü:
Bâbil’den sonra, Harran… Kenân ve Şerefli Şâm!..
Ve Mısır ufukları… Nîl’de bir kızıl akşam…
Îlâhî takdir O’nu Mısır’a yönlendirdi,
İstikbâl aynasında Hâcer’le şenlendirdi!..
Evet; Hâcer… İsmâîl… Kâbe… bir uzun destân…
“Kâinatın Fahri”ne giden yol… gül-gülistan!..
Sana Salât ve Selâm olsun Yâ Habîballâh!..
Ve bin Selâm da sana İbrâhîm Halîlullâh!..