Neyi dinlesen, kendine özel bir dille konuşur. Her şey ses verir anlayana, geçip gitmeyene… Yıldızı dinlesen, dereyi dinlesen; ağacı dinlesen, kuşu dinlesen… “Nerede beni dinleyen, nerede sesimi duyan?” der adeta.
Ve bin bir gecenin içinden bir ses gelir: “Ben seni dinliyorum.” der. Ve açılır sırlar, hikmetler… Dinleyen anlar!..
Düşünün bir yayla başındasınız, bir gece vakti bir ağacın tepesindesiniz, herkesten uzak, her şeye yakınsınız…
Yalnızlık! Dışı yalnızlaştıkça, içi kalabalıklaşıyor insanın…
Bazen duvar kesiliyor dünyaya ait şeyler, insanın kendine ulaşmasına mani oluyor.
Yalnızlıkta kendini buluyor insan; Rabbini buluyor.
Ama asıl olan kalbini boşaltmak, dünyevî alakalardan temizlemek; kalbe sadece Allah’ın muhabbetini koymak… Böyle olunca nerede olursa olsun, Hakk’ı ve hakikati bulur insan…
…
Evet bize sesleniyor ayın on dördü. Bize sesleniyor şu kuru dallar. Bize sesleniyor dallarda oynaşan yapraklar… O kuşlar, böcekler, çiçekler bize sesleniyor…
Nasıl ki, onların yaptıklarında onları aşan bir sanat var; bir meyve, ağacı aşar, onun eseri olamaz; bal, arıyı aşar, onun eseri olamaz… O akılsız, şuursuz mahlukatı aşan eserler; akıl, ilim gerektiren eserler, onların eliyle yapılıyor, insanlara Rahmanî hediyeler onların elleriyle gönderiliyor. İşte bunun gibi, mahlukatın seslerinde de onları aşan bir anlam var. Bunun için şuursuz bir kuşun ötüşüyle mest oluyor insan… Kâinattaki sesler basit sesler değil yani; söyleyene değil söyletene bakmak lâzım…
Her şey ses verir anlayana, geçip gitmeyene…
Demek konuşanı dinlemek lâzım; seslenene cevap vermek lâzım.
O canlı âyetlerin yanından geçip gitmemek lazım.
Evet, eseri göz görür, sesi kulak işitir ama mânâyı kalp duyar. İman gözü kapandı mı, ses kulağa gelse de kalpte karşılığı olmaz. Sırrı dökülmüş ayna gibi, ışık gelse de bir şey görünmez.
İmanlı bir nazarla bakıp, imanlı bir kulakla dinleyelim; neler duyacağız neler. Kâinatın gerçek seslerini duyacağız. Sahteleri, faydası olmayanları, gelip geçici olanları ayıracağız. Su ile serabı fark edeceğiz…
…
En yakından kendimizden başlayalım. Varlık âlemine basamak basamak tırmanırken ne kadar nimetler verilmiş her adımda… Kendi bedenimizde sayamayacağımız kadar çok nimet verilmiş ve her an bizim haberimiz olmadan çalıştırılıyorlar. Her organımız bir nimet, çalışması ayrı bir nimet. Şükredecek ne çok şeyimiz var. Her şükürde, nimetten daha fazla lezzet var…
Bir çiçeğe sorsan Yunus gibi, sana hal diliyle diyecek ki, bana şekil, renk, koku veren Rabbim beni hikmetli, anlamlı, faydalı yarattı; ben başıboş ve anlamsız değilken sen nasıl başıboş ve gayesiz olabilirsin!..
Yuvasını çorap gibi ören kuşu dinlesen bak hal diliyle sana neler diyecek. Bana bakma diyecek; benim gibi şuursuz mahlukatın yaptıklarına, işlerine bak. Bu şuur isteyen, ilim isteyen işleri bu şuursuz canlılar yapabilir mi? Elbette yapamaz diyeceksin kendi kendine; bir deli bir şaheser yazabilir mi! Bu canlılar da bu fakir halleriyle bu şaheserleri yapamazlar. Demek ki, onlara yaptırılıyor; onlar çalıştırılıyor. İç güdü yok, ilahi güdü var, sevk-i ilahi var.
Evet her şey ses verir anlayana, geçip gitmeyene…
Dinlesen etrafı her şeyi bir işte, bir uğraşta görürsün. Her şey durmaksızın çalışır; yaratılıştan kendisine verilen görevi şevkle yapar.
İşte böyle geceler ses verir, yıldızlar ses verir, her şey seslenir, ses bile seslenir insana. Kulağımız kalbimize ayarlı ise şayet o sesleri duyar, anlamlarını biliriz…
Haydi bakalım, güzel bir gün, güzel bir gece yaşamak düşüyor bize... Böyle güzel imanın yansıması varken, başka türlü yaşamak mümkün mü?
…
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…