TR EN

Dil Seçin

Ara

Sonsuz Yaratış

Sonsuz Yaratış

İlk bakışta bir inek ile balina arasında bağlantı kurmak zordur. Biri karada, diğeri uçsuz bucaksız okyanuslarda yaşıyor.

“Gökleri ve yeri

ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması da

O’nun ayetlerindendir.”

— Şura Suresi, 29.

 

İLK BAKIŞTA bir inek ile balina arasında bağlantı kurmak zordur. Biri karada, diğeri uçsuz bucaksız okyanuslarda yaşıyor. Biri otla, diğeri kiriller ve küçük balıklarla besleniyor. Biri dört ayağının üzerinde yürürken, diğeri yanlardaki iki yüzgeci ve büyük arka kuyruğuyla devasa okyanuslarda yüzüyor.

Bu derin farklara rağmen, bu iki hayvanın çok önemli bir ortak noktası var; her ikisi de memeli! Yani, yavrularını doğuruyor ve sütle besliyorlar.

Evet, o koskocaman bünyesiyle suyun altında yaşayan balinalar da yavrularını sütle besliyor. Yalnız, denizin altında bu olayın sorunsuz gerçekleşebilmesi için yavru ağzını dayar dayamaz, annenin memesinden süt tazyikle fışkırıyor. Tazyik sayesinde, süt heba olmadığı gibi ağzını dayayan yavru da doyuyor.

İnek ile balina arasındaki ortak nokta bundan ibaret değil elbette.

Balinalar da, tıpkı inekler ve biz insanlar gibi, akciğerleriyle solunum yapıyorlar. Zaten bu yüzden, belli aralıklarla su yüzeyine çıkmak zorundalar. Başlarının tepesinde yer alan delikten aldıkları taze oksijen sayesinde, kanlarında biriken karbondioksit gazını dışarı atıp hücrelerinin oksijen ihtiyacını karşılıyorlar. Dalmaya başladıklarında ise, kenarındaki kaslar sayesinde delik kapanıyor ve bir dahaki su yüzeyine çıkıp nefes alıncaya kadar da kapalı kalıyor.

Tuhaf gelebilir ama balina ya da fok balığı gibi denizde yaşayan memeli hayvanların solunum sistemleri ile bir ineğin ya da koyunun solunum sistemi arasında işleyiş bakımından hiçbir fark yok aslında. Tek fark, memeli deniz hayvanlarının kanlarında daha fazla oksijen depolayabilmeleri. Yani, onlar aldıkları nefesteki oksijeni çok daha fazla oranda kanlarında bulundurabildikleri için, su altında kaldıkları müddet boyunca hücreleri oksijensiz kalmıyor, besleniyor. Eğer bizim de böyle bir yeteneğimiz olsaydı (kanımızdaki oksijen miktarı daha çok olabilseydi), su altında birkaç dakika değil birkaç saat kalabilirdik. İlginç değil mi?

Şimdi, dilerseniz, bir başka memeliden bahsedelim: yarasadan.

Evet, yarasa da bir memelidir, ama o ne karaya ne de denize bağımlı; havada uçuyor. Ana gövdesine bakıldığında, biraz zombileşmiş bir fareyi andıran yarasaya, sanki uçması için zarımsı bir maddeden kanat takılmış gibidir. Fakat o da, tıpkı inek gibi ya da balina gibi yavrusunu doğurur ve memesinden sütle besler.

Peki, yan yana düşünüldüğünde birbirleriyle uzaktan yakından alakası yokmuş gibi duran, denizde, karada ve havada yaşayan bu memeli hayvanlar ne anlama geliyor?

Yoksa, koca okyanuslara bakıp yurt edinmeyi kafasına koyduğu için balinaların karayı bırakıp denizlerde yaşamaya başladığını, veyahut kendisine daha uygun bir yaşam alanı olduğunu düşündüğü için yarasaların uçmakta karar kıldığını iddia eden evrimciler mi haklı?

İsterseniz, bu soruya biraz farklı bir açıdan yaklaşalım.

Önce bir soru: Eğer şu gözümüzün gördüğü yeryüzünü, kategorilerle iş gören rasyonel bir akıl yaratmış olsaydı, acaba nasıl bir manzarayla karşılaşırdık? Muhtemelen karşılaşacağımız manzara, denizlerde sadece süzgeçleriyle solunum yapan balıklar, havada sadece yumurtlayan kuşlar ve karada sadece doğuran ve yavrularını sütle besleyen memeliler şeklinde olurdu. Bu durumda ne havada memeli bir yarasa, ne denizde balina ya da fok balığı, ne de karada yumurtlayan deve kuşu veya ördek görürdük. Her hayvan, kendi kategorik ortamında yaşardı ve birbirlerine karışmazdı.

Gelgelelim, böyle bir manzara, tabiatı kendi içinde tıkır tıkır işleyen bir makinaya benzeten eski zaman felsefecilerini haklı çıkarmaz mıydı?

Çünkü denizlerin, havanın ve karaların, yani bu ortamların içindeki hayvanlarla beraber belli bir sisteme ve belli bir kategoriye bağlı olarak var olmaları ve birbirleriyle herhangi bir alışverişi olmaması, ister istemez, tabiatın moleküler düzeyde baştan kurulu bir işleyişe sahip olduğunu ima ederdi.

Yine, bu tabloda, karaların, havanın ve yerin—içindeki mahlukatıyla birlikte—birbirinden bağımsız bir oluşum içinde olduğunu kabul etmemiz gerekirdi. Dolayısıyla, bu tabloda herhangi bir yaratıcıya yer olmadığı gibi, her şeyi yaratan tek bir yaratıcıya hiç yer olmazdı (haşa!).

Alın size, kategorilerle çalışan rasyonel aklın yaratacağı bir yeryüzü tasviri...

Fakat, gözümüzün önünde şahit olduğumuz yeryüzü hiç de böyle değil.

Evet, kategoriler var (memeli, kuş, balık, sürüngen vs.), ama deyiş yerindeyse kategorilerle dalga geçecek düzeyde iş gören, onu kat be kat aşan bir “yaratış” da var.

Bu öyle bir yaratış ki, adeta Yaratıcı, mührünün yeryüzünün her bir santimetre karesinde görülmesini istiyor. Ve bu yüzden de, okyanusları akciğerle solunum yapan dev balinalara vatan yapıyor; memeli bir yarasayı kuş gibi havada uçuruyor, kuşa benzeyen tavuğu veya deve kuşunu yerde bir memeli hayvan gibi var ediyor…

 

Bu manzarayı gören bir kimse, elbette, “şu göğü ve içindekileri kim var etmişse, şu koca okyanusları ve içindekileri var eden de O’dur” sonucuna ulaşacaktır.

Yeryüzündeki bu tevhid ayetlerine dair örnekleri çoğaltmak mümkündür. Mesela, kara, deniz ve havada topluca (sürü halinde) yaşayan hayvanların gözlerimizin önüne serdiği tablo, dikkat ederseniz, inkâra hiçbir açık kapı bırakmayacak şekilde Yaratıcı’nın birliğini haykırıyor.

Nisan ayında kırlangıç sürülerinin gökyüzünde oluşturduğu muhteşem gösteri ile, deniz altında yine sürü halinde dolaşan balıkların topluca sergiledikleri seri ve kıvrak hareketleri arasında ne fark var? Bana öyle geliyor ki, balık sürüsü ile kuş sürüsüne biraz melekûtî bir bakışla bakabilsek, balık sürüsünün de kuş sürüsünün de aynı ruha sahip olduğunu, aynı ruhla hareket ettiğini ve üzerlerinde aynı Yaratıcı’nın mührünün vurulu olduğunu müşahade edeceğiz. Keza, karada, aynı davranış tarzıyla hareket eden antilop sürüleri de rahatlıkla bu tablonun bir parçası olabilir.

Sonuç olarak, “yaratış”ın, rasyonel insan zekasını kat be kat aşan, kategorik düşünceyi paramparça eden boyutları vardır. Bu boyutlardır ki, Allah’ın yaratmasındaki tevhid ilkesi kadar, kudretinin sonsuzluğuna ve sanatının inceliklerine işaret eder.

Balinayı koca okyanuslarda binlerce kilometre yüzdürmek, büyük bir kudret eseri olduğu kadar, aynı zamanda muhteşem bir sanat eseridir.

İncecik ve karmaşık dallar arasında sanki düz yolda yürüyormuş gibi dolaşan bir maymun da, sanatsever ruhlar için hiç de yabana atılacak bir tablo değildir.

Yine, yerçekimine inat, hayatlarının büyük bir bölümünü havada geçiren sadece çiftleşmek ve yuva kurmak için karaya inen geniş kanatlı albatros kuşları da kendi sahasında sanatın zirve örneklerindendir.

İşte şu yeryüzünü merakla ve haşyet duygusuyla bize izlettiren şey, Allah’ın yaratmasındaki bu üstün niteliklerdir. Eğer bu nitelikler ve hususiyetler olmasaydı, insan elinden çıkan standart işlerde olduğu gibi, çok sıkıcı ve insanın içinde yaşama arzusu uyandırmayan kupkuru bir yeryüzüyle karşı karşıya kalırdık.

Şükür ki, yeryüzünün ve tüm kainatın kudreti sonsuz, incelikle yaratan bir Sahibi var!