2008’de yaşanan finansal krizle ilgili Oscar ödüllü film “Inside Job”, yönetmen Charles Ferguson’un çektiği gerçekten değerli bir belgesel ve olayın pek çok yönünü ayrıntılarıyla işliyor. Amerikan finans endüstrisinde meydana gelen son 30 yıldaki feci değişimi açıklarken, içerdiği unsurları, kararları ve küresel ekonomiyi istikrarsızlaştıran kişileri deşifre ediyor. Kamuoyu ilk olarak 2008 yılının Eylül ayında Amerikan yatırım bankası Lehman Brothers’ın iflası ve dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG’nin batışıyla küresel bir krizle karşı karşıya olduğunu anladı. Borsalar çöktü, hisse senetleri dibe vurdu. Kriz, dünyaya trilyonlarca dolara, 30 milyon kişinin işini kaybetmesine, Birleşik Devletlerin borcunun iki katına çıkmasına mal oldu. Ve ardından büyük bir küresel ekonomik durgunluk...
Bu kriz, asla bir tesadüf değildi. Kontrolden çıkmış olan finans sektörü bu krizin baş müsebbibiydi.
Aslında, 1929 yılındaki Büyük Buhran’dan sonra Amerika’da finans sektörü sıkı bir şekilde denetleniyordu. Normal bankaların çoğu, mudilerin tasarruflarıyla spekülasyon yapmaları yasaklanan yerel işletmelerdi. Bu konuda mudilerin tasarruflarıyla spekülasyon yapmayı yasaklayan bir yasa bile çıkarılmıştı.
Ancak Reagan yönetimindeki 1980’lere gelindiğinde finans sektörü patladı. Yatırım bankaları halka açıldı, bu sayede yatırımcılardan büyük paralar toplandı. Reel ekonomiyi sırtında taşıyan şirketler birbir kapanır veya küçülürken, Wall Street’in temsil ettiği finans sektörü, zenginleşmeye başladı.
Bu sürecin önünün açılmasında Reagan’ın Hazine Bakanlığı’na Wall Street’in çıkarlarını koruyacak bir CEO’yu getirmesinin rolü büyüktü. Açıkçası, Reagan, kendilerini desteklemeleri karşılığında kamu mali kontrolünü Wall Street’e devretmişti. Hükümet, bu çevrelerce ve mali lobiciler tarafından desteklendi ve 30 yıllık bir finansal deregulasyon programı böylece başlatılmış oldu.
1982 yılında Reagan yönetimi, tasarruf ve finans şirketlerinden denetimi kaldırıp, tasarruf sahiplerinin paralarıyla riskli yatırımlar yapabilmelerini sağladı. Peki, Wall Street’in bu gücü nereden geliyordu? Wall Street’in gücü, lobileri, çok parası olduğu için adım adım siyasal sistemi ele geçirmeyi başarmasından ileri geliyordu.
1990’ların sonunda finans şirketleri birleşmiş ve birkaç dev şirkete dönüşmüştü. Her biri o kadar büyüktü ki, çökmeleri Amerikan ekonomisinin çökmesi anlamına gelebilirdi. Clinton hükümeti bunu görmezden gelerek bu şirketlerin daha da büyümelerini sağladı. Oysa, Büyük Buhran’dan sonra çıkarılan yasalara göre bu yapılanlar suçtu. Ne Merkez Bankası, ne de Maliye Bakanlığı bu suçlara yönelik herhangi bir işlem yapmadı. Üstüne üstlük, 1999’da çıkarılan bir yasayla eski yasalar yürürlükten kaldırıldı.
Bu rahat atmosfer içinde dünyanın en büyük finans şirketleri defalarca para akladı, rüşvet verdi, müşterilerini dolandırdı, muhasebe defterlerini tahrif ettiler. Dahası, sayısız defa yakalanmalarına karşın, kamu denetçileri hiçbir zaman bu yolsuzlukların tam olarak üstüne gitmedi.
Krizin bir başka boyutu ise, 1990’lardan başlayarak ‘türev’ adı verilen karmaşık bir finansal ürünün devreye sokulmasıydı. Wall Street’in danışmanlık yoluyla paraya boğdukları Harvard’lı iktisatçılara ve bankacılara göre, türevler pazarı daha güvenli hale getiriyordu. Oysa bu büyük bir yalandı. Bu türevler, piyasada bir ‘balon’ oluşturarak, kitle imha silahları gibi insanların yıllarca biriktirdikleri yatırımları bir anda ellerinden almaya yarıyordu.
‘Türev’ denilen şeyi şu şekilde anlayabiliriz: Eskiden bir ev alınmak istendiğinde, borç veren (banka), borcun ödenmesini beklerdi. Yani, ortada sadece borç veren (banka) ve alan kişi vardı. Dolayısıyla borcun ödenmeme riskini banka üzerine alıyordu. Yeni sistemde ise, bunlara başka aracı kurumlar dahil oldu. Zira, bankalar, ‘mortgage’leri yatırım bankalarına, yatırım bankaları ise yatırımcılara satmıştı. Bunun sonucu olarak, bankalar borcun ödenmeme riskini üzerinden atarken, ödenen tüm paralar da doğrudan yatırımcıların cebine akmaya başladı. Bu durumda, bankaların borcun ödenmeme riskini üzerinden atmasından dolayı, ödeme gücü olup olmadığına bakılmaksızın, herkese ev kredisi verme çılgınlığı baş gösterdi. Çünkü ne kadar çok kredi verilirse, kârları o oranda artıyordu.
Resmi tamamlayan bir diğer unsur ise, kredi derecelendirme kuruluşlarıydı. Bu kuruluşlar finans merkezlerinin kendilerine rüşvet vermelerinden ötürü söz konusu türev ve kredi ürünlerine AAA notu vererek yüksek güven duyulmasına zemin hazırladılar. Ne de olsa, tersi bir durumda, kendi üzerlerine herhangi bir sorumluluk düşmeyecekti. Netice itibariyle devlet denetiminin yapılamadığı bir ortamda tüm bunlar kusursuz işleyen bir ‘saadet zinciri’nin ortaya çıkmasını sağladı.
Ama aslında ortada ne zaman patlayacağı belli olmayan bir saatli bomba duruyordu. Çünkü tüm bu spekülatif manevralar, herkese kredi verilebildiği ve ev almak çok kolaylaştırıldığı için, ev fiyatlarının tavan yapmasına yol açtı. Bunun sonucunda tarihteki en büyük finans balonu oluştu. Birkaç yıl içinde bu türev kredilerin miktarı yılda 30 milyardan 600 milyar dolara çıktı. Gerçek değeriyle alâkası olmayan bir finansal balondu bu.
Bu süreçte, finans kuruluşları kârları çok fazla artırdılar. Neredeyse şirketlerin kârlarının %40’ını bu krediler oluşturuyordu. Aynı şekilde simsarlar ve CEO’lar da bu ortamda çok fazla zenginleştiler.
Bu işte olan finansçılar, yaptıkları işlerden dolayı büyük bir kesimin zarara düşeceğini biliyorlar mıydı? Kesinlikle evet. Ama açgözlülükleri ve ahlâksızlıkları yüzünden bunu görmezden geldiler. Tek evleri değil, beş evleri olsun istiyorlardı. Kendi özel jetleri, yazlıkları ve lüks eşyaları olsun istiyorlardı. Başkalarının ne halde olduğu umurlarında değildi. Uyuşturucu ve fuhuş, bu insanların dünyasında olağan bir şeydi. Kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi gözleri görmüyordu. 2008’de finansal krizin yaklaştığını gördüklerinde, mudilerine zarar edeceklerini bile bile kağıt satmaya devam ederken, kendileri servetlerini bu kağıtların aleyhine yatırmışlardı.
Kredi derecelendirme kuruluşları ise, kriz sonrasında verdikleri AAA notu için arsızca “Bunlar sadece bizim görüşümüzdür. Bu görüşlere kesin olarak güvenmemelisiniz.” demişlerdi.
İşin komik tarafı şu ki, bütün bu kötü niyetli finans aktörleri, 2008 krizinin ardından kendi sermayelerini korumayı başardılar. Şirketlerin zararları ise, Merkez Bankası’nın satın almaları yoluyla halka ödetildi. Başkan Bush, 4 Ekim 2008’de zarar eden şirketleri kurtarmak için hazineden 700 milyar dolar para aktarılmasını onayladı. Fakat bu bile, küresel piyasaları yatıştırmaya yetmedi. Herkes küresel durgunluğun daha da derinleşeceğinden emindi.
Ardından, icra satışlarında patlama oldu. Amerika ve Avrupa’da işsizlik oranı %10’a çıktı. Ekonomik durgunluk dünyanın pek çok bölgesine sıçradı. Çin’de 10 milyon göçmen işçi işsiz kaldı. Ama kendi şirketlerini mahveden ve dünyayı krize sokan insanlar, bu yıkıntıdan servetlerine hiçbir şey olmadan çıktılar. Üstelik kamunun iflas eden şirketlerini satın almasından ayrıca kâr elde ettiler. Ciddi anlamda dolandırıcılıktan ya da başka bir suçtan da yargılanmadılar. Çünkü finans sektöründeki bu insanlar işi baştan sıkı tutmuşlardı. Mecliste toplam 3000 lobici, bu insanların çıkarlarını korumak üzere çalışıyordu. Yani her kongre üyesinin başında bu insanların çıkarlarını korumak üzere beş kişi bulunuyordu. Amerikan siyaseti tam anlamıyla Wall Street’in denetimi altındaydı. 1998-2008 yılları arasında finans sektörü, lobiciliğe ve siyasi kampanya bağışlarına 5 milyar doların üzerinde para dağıtmıştı.
Kriz sonrasında hükümet kanadından finans dünyasını düzenleyen ciddi bir reform atağının gerçekleşmemesinin ardında, işte bu ilişki yatıyordu. Harvard Üniversitesi’nin hocalarını da satın alan finans sektörü, kendi yaptıklarının kılıfını daha baştan hazırladığı için kriz sonrasında hiçbir ağır bedel ödemedi.
Bugün ortalama Amerikalı yurttaş, son on yılda ciddi oranda fakirleşti. Onların gelirden aldığı pay, toplumun üst kesimindeki %1’lik kısma gitti. Ve yine bugün ortalama Amerikalı, ebeveynine göre daha az eğitimli ve daha düşük bir gelire sahip.
Seçim çalışmalarında finans krizinin sorumluları olarak Wall Street ve Washington yönetimini gösteren Başkan Barack Obama da, seçilmesinin ardından, sektörde reform ihtiyacını dile getirmesine rağmen, sadece zayıf bazı adımlar atmaktan öteye gitmedi. Derecelendirme, lobicilik ve CEO ikramiyeleri konusunda hiçbir şey yapmadı. Tarafsız çevreler, yapılan atamalara bakınca, Obama’nın da diğerleri gibi bir Wall Street hükümeti olduğunda ısrarlılar.
Sonuç olarak, bir hizmet sektörü olan finans sektörü, Obama döneminde de başkalarına değil, yine kendisine hizmet etmeyi sürdürecek gibi görünüyor.