Malı Allah yolunda infak etmek, sadece infak edilen malı değil, infak edeni de bereketlendirir. Bakara 261. ifadesiyle, “habbe gibidir” o infak edenler. Habbe, meyvesi ve tohumu aynı olan hububat için kullanılır. Buğday, arpa, pirinç, mısır gibi... “Hububat”ın tohumları meyve olarak yine kendi tohumlarını verir.
Sözgelimi bir elma çekirdeğinde olduğu gibi, meyve çekirdekten farklı bir şeye dönüşmez. İnfak eden insanlar da “hububat” tohumları gibi, başak verdiğinde yine aynı görünürler. Gözle görülmez biçimde çoğalmışlardır. Bire yedi yüz katlanmışlardır.
Bu yüzden infakla çoğalan mal ya da kişilik üzerinde gözle görülür bir değişiklik gözlemlenmeyebilir. İnfakın çoğaltılması, üst üste ekleme biçiminde değildir, istiflemeyle açıklanamaz. Toplama işleminden daha başka bir şeye tabi olur infak ehlinin kişiliği ve serveti. Maaşına zam yapılmayabilir ama bereketlenir. Servetinin fiyatı artmayabilir ama değerlenir.
Malı infak ederken, Rabbimizin çoğaltmayı vaad ettiği infak edenin kişiliğidir. Bir tür kişilik genişlemesi yaşar Allah için veren. Kişiliği başak verir, dallanıp budaklanır, meyveye durur. Şahsiyeti birden bine çıkar. Kelimenin tam anlamıyla bir “kişisel gelişim” yaşar.
Peki ya nasıl?
Bakara 261’in ardından gelen ayetler sarih biçimde verir bu sorunun cevabını: “Allah yolunda mallarını harcayan ve sonra iyiliklerini başa kakıp (muhtaç kişinin duygularını) inciterek (bu) harcamalarının değerini düşürmeyenler mükâfatlarını Rableri katında bulacaklar; onlar için artık ne korku vardır, ne de üzülürler.”
Dikkat edilirse, ayetin öncelikle dert ettiği harcanan malın niceliği değil, veren kişinin niteliğidir. İyiliği başa kakmamak bir erdemdir. Ki bu erdemi ancak bir başkası için kendimizden bir şey eksiltmeyi tercih ettiğimizde ortaya çıkarırız. Başa kakmamanın test edilmesi için vermekten başka bir eylem alanı yoktur. Kişi, harcadığı malla ihtiyacını gördüğü kişinin başına kakmamalı ve ayrıca onun kişiliğini ezecek bir incitmede bulunmamalı. Yani, çok mal verse bile, azıcık da olsa başa kakmamalı ve incitmemeli. Yoksa, vermesi infak sayılmaz.
Demek ki, infak, kişiyi verdiği mal üzerinden kalite sahibi yapmayı hedefliyor. Malını bir muhtaca verirken, başa kakmamayı öğrenirse, başa kakmayan biri olarak yeni baştan inşa edilir yeryüzünde. Muhtaç olması nedeniyle zaten incitilmeyi hak ettiğini düşünen birini incitmemeyi gönüllüce tercih ederse, kendisi incitmeyen biri olmayı başarmış olur.
Malla erdem inşa etmek. Ne güzel! Kişi sahip olduğu mal üzerinden değer kazanabilir demek ki. Elindekilerle kişiliğine kalite katabilir. Mal sahibi olmak isterken, arzu ettiğimiz tam da bu değil midir? Ne kadar çok şeyimiz varsa, o kadar değerli sayarız ya kendimizi! Ne kadar pahalı arabamız varsa, o kadar el üstünde tutulmaya değer görürüz ya kendimizi! İşte bu yanlış hesapla yüzleştirir Rabbimiz. Malı elinde tutmak, üst üste yığmak, istiflemek, kişiyi malın hizmetçisi yapar. Az olan malı çoğaltmak için sürekli koşturur. Değerli olan kişiliğini daha az değerli olanın peşinde harcatır. Malı çok olsa bile, çok olanı elde tutmak ya da daha da çoğaltmak için kişiyi kendi malının dilencisi eyler.
Hesabın doğrusu şudur:
Bir malın sahibine kazandırabileceği en yüksek değer ancak infak sayesinde ortaya çıkar. Elinde tuttuğu ile değil, elinden çıkarabildiği ile gerçekten sahip olur kişi. Üst üste yığdıkları sayesinde değil, gönüllüce terk ettikleri sayesinde “adam” olur. Öbür türlü olsaydı, kişi kendi değerini mala endeksler ve malın değeri kadar aşağılamış olurdu kendisini. Dahası, servetinin hizmetinde koşturan biri olarak, bir tür “madde bağımlılığı” ile eksilirdi, kişiliğinden kaybederdi.
Malını Allah “ver!” dediği için verebilen, Allah’ın kendisine verdiğini bilir. Malı verir, Allah’ın hoşnutluğunu alır. Malından Allah için vazgeçebilen, Allah’ın vazgeçilmezi olduğunu fark eder. Böylece en önemli kişisel darlıktan kurtulur. Malın dilencisi olmaktan çıkar. Servete karşı bağımsızlığını kazanır. Servete değil serveti veren Allah’a muhtaç olduğunu idrak eder. Böylece “değerini”, tükenebilen, eskiyebilen ve eksilebilen mallarının yanında değil; hiç terk etmeyen asla eksilmeyen “Rabbi katında bulur.”
İnfak ehlinin kazandığı değerin görüntüsünü ayet son cümleyle verir:
“Onlar için ne korku vardır ne de hüzünlenirler.” Yani, kendi varlığının ve sürekliliğinin malının yanında değil, Rabbi katında olduğunu öğrenen kişi, gelecekte kaybedecekleri yüzünden yaşayacağı korkudan kurtulur, geçmişte kaybettiklerinden dolayı hüzünlenmez, üzülmez. Çünkü artık gelecekte başına gelecekleri kuşatan ve bile Vasî ve Alîm bir Allah’la tanışmıştır. Çünkü geçmişte yitirdiklerini yine kendisine verebilecek, sadece bildiği ve hatırladığı geçmişini değil; kendisinin bilmediği ve bilinmediği, “anılmaya değer bir şey bile olmadığı” geçmişini kuşatan ve bilen Vasî ve Alîm bir Allah’la buluşmuştur. Hem de malı sayesinde! Hem de parasıyla! Mal ve paranın kazandırabileceği daha değerli bir şey var mı ki?
İnfakın gayesi, kişiyi malın bağımlılığından kurtarmaktır. Malı üzerinden kişiliğinin prim yapacağı yanılgısını düzeltmektir. Kişi, malını verdiği için başa kakıyorsa ve malını verdiği kişiyi incitiyorsa, yine malı üzerinden kendisine üstünlük payı çıkarıyor demektir. Malı üzerinden büyüklenmeye devam edecekse, verse de vermese de fark etmez. Hatta, vermekle kibirleniyorsa, vermemesi hakkında daha hayırlıdır. Bakara 263. ayetin uyarısı bu yöndedir: “Gönül alıcı bir söz ve başkasının eksiğini gizlemek, peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır; ve Allah Ganî’dir, Halîm’dir.” Bir diğer ifadeyle, “inciteceksen verme!” diyor Rabbimiz. “İncitmeyen bir kişilik sahibi olmanı, malını benim yolumda harcamandan daha çok önemsiyorum!” diyor zımnen. Çünkü Ganî’dir Allah; senin verdiğin mala da, senin vermene de muhtaç değildir.
Fakiri ve muhtacı senin verdiğin olmaksızın da besleyebilir, sevindirebilir. Aksine, vermeye muhtaç olan sensin, Allah değil! Bedeli senin şımarman ve büyüklenmen olan bir vermeyi dilemiş olsaydı Allah, senin yaptığın yanlışı yapmış olur, malını kişiliğinden daha çok önemsemiş olurdu. Oysa, kişiliğin malından daha önceliklidir. Allah malını eksiltmeni seni kazanmak için, senin kazanman için istiyor. Bununla birlikte, bu gerçeği anladığın güne kadar seni bekleyecek kadar da Halîm’dir Allah. Senin muhtaçlara mal verirken kestiğin başa kakma ve ezme cezasını, Allah şimdilik sana kesmiyor, sabrediyor. Çünkü sen “ben” dediğin ve “benim” dediğin her şeyinde Allah’a muhtaç olduğun halde, Allah sana yaptığı bunca iyiliği ne başına kakıyor ne de seni verdikleriyle incitip eziyor. Aksine, sana verdikleri hepten seninmiş gibi senden nezaketle vermeni istiyor, vermeni bekliyor. Kendisi muhtaç olduğu için değil; sen muhtaç olduğun için.
İnsanın “daha çok” adam olması, “daha çok” mal sahibi olmasından da, “daha çok” mal vermesinden de önceliklidir Allah için.
Malını çoğaltmayı kendi kişiliğini bereketlendirmenin önüne koyanların hali “üzerinde azıcık toprak bulunan yumuşak bir kayanın hali gibidir; bir sağanak vurunca cascavlak kalıverir”ler. [Bakara, 263] Yani, kişiliği bereketlenmemiş insanın yüzündeki maske, kaya üzerindeki toprak gibi hemen dökülüverir. Verir gibi görünebilir ama başa kakmama ve incitmeme sınavını kaybeder. Ne kadar çok verirse versin, kendi kişiliğini geliştirmemişse, üzerindeki cömertlik makyajı hemencecik sıyrılıverir.
Serveti üzerinden Allah’[ın rızasın]ı bulmuşsa, “verimli topraklar üzerindeki bahçe gibi” olurlar, bir sağanak vurunca, ürün iki misli artar.” [Bakara, 263]
Ayetin “sağanak” diye ifade ettiği, yeryüzündeki toprağı alt üst eden, karıştıran, çamurlaştıran bir gelişmeye denk gelir insanın dünyasında. Yani, sahip olduklarımızın biz istemeden eksilmesi, elimizden çıkması, bize isabet eden musibettir, sağanaktır. İşte böyle bir durumda, kişiliğini katlamış olanlar “verimli toprak” gibi daha çok ürün verirler. Kaybettikleri mallar üzerinden, malları çoğaltan ve eksilten Allah’ın rızasını kazanırlar.
Ama bir de “toprak”mış gibi görünenler var ki, malları çok da olsa, kişilikleri azdır. Servetleri kendilerini güçlendiriyor/güçlendirecek sanırken, gerçekte servetlerinin tükenebilirliği kadar zayıftırlar. Bir eksilme sağanağı geldiğinde, mallarıyla birlikte kişilikleri de silinip gider. Bir anda çözülürler; dağılıverirler.
Çözülmemek için malla bağları çözmek gerek. Dağılmamak için, kişiliği servete bağlamamak gerek. Değil mi?