TR EN

Dil Seçin

Ara

Kişisel Gelişim Virüsü

Karşınızda durup elinizi sıkan gencecik adam, ‘yaşam ustası’ olduğunu mu söylüyor? Belediyenin düzenlediği bir faaliyette eline mikrofonu alıp sahneye fırlayan takım elbiseli şahıs, bol jest ve mimik hareketlerinin yanı sıra kendince birtakım özlü söz ve hikayeciklerle bezediği şovunda, herkese içindeki devi uyandırmasını mı tavsiye ediyor? Çalıştığınız şirkette düzenlenen bir eğitim programında iki haftalık eğitimden geçmiş olan NLP practitioner ( Sinir Dili Programlama pratisyeni), olumlu düşünerek bütün sorunlarınızın üstesinden gelebileceğinizi mi iddia ediyor? Ziyaretine gittiğiniz aile dostunuz, salonda oturan tanımadığınız kişinin ‘aile koçu’ olduğunu mu söylüyor? Televizyonda sabah programına katılan hafıza uzmanı, takır takır belleğine aldığı yüz kelimeyi mi sıralıyor? Dersaneye gelen hipnoz uzmanı, bilinçaltında yapacağı düzenlemelerle sınava kaygısız bir ruh haliyle girebileceğinizi mi müjdeliyor? Girdiğiniz kitapçıda bir sürü kitap, size mutlu ve başarılı olmanın pratik yollarını mı anlatıyor? Yoga, reiki gibi Uzakdoğu ithal light maneviyat ürünlerini daha sık mı işitmeye başladınız?

Tüm bu sorulara cevabınız evet mi?

Tamam o zaman... Kişisel gelişim virüsü, sizin hayatınıza çoktan bulaşmış. Artık onu yok sayamazsınız, öyle ya da böyle bir tavır almak zorundasınız.

Ne tuhaf! Bundan yirmi sene önce kimse bilmezken, bugün sokaktan geçen herkes kişisel gelişim deyince iyi kötü bir şeyler anlatabilecek durumda. Ya bir seminerine katılmış, ya bir kişisel gelişim kitabı okumuş ya da hiç olmazsa işitmiş. Açıkçası, az zamanda çok yol almış bir akımla karşı karşıyayız; kimilerine göre ise çoktan sektör oldu.

 

Toplumsal hafızamız ne diyor?

Kişisel gelişimin bizdeki yükselişi (“tabana yayılması” da diyebiliriz buna), esas olarak 90’lı yıllarla birlikte başladı. Dünyada ise bu akımın ilk ayak seslerini Sanayi Devrimi’nin ertesine kadar götürenler var. Ama özellikle 1930’larda Dale Carnegie’nin modern toplumda yalnızlaşmaya bir reçete olarak yazdığı ‘Dost Kazanma Sanatı’ önemli bir milat sayılıyor. Bizde de milat olarak kabul edilen bazı tercüme kitaplar bulunsa da, ben bu konuda esas tarihin, insanların ‘toplumsal hafıza’ları olduğunu düşünüyorum.

Ve hafıza arşivimize göre, kişisel gelişimin geniş toplum kesimine ilk göz kırpışı, Kemal Sunal’ın rol aldığı Dokunmayın Şabanıma filmiyle oldu. Hatırlayacağınız üzere, filmde minibüs şoförü olan Şaban, köylü hayat tarzını henüz üzerinden atamamış ama kent yaşamına intibak etmek zorunda kalan bir tiptir. Kente dair özlemini duyduğu büyük hayalleri vardır. Amerikalıların hayallerini süsleyen ‘Amerikan Rüyası’ gibi, onun da gerçekleşmesini beklediği bir ‘İstanbul Rüyası’ vardır.

Nedir bu rüya?

1) Kısa yoldan zengin olmak,

2) Güzel bir şehirli kızla evlenmek,

3) Hem zengin hem güzel bir şehirli kız bulup evlenmek.

Peki ama Şaban bunları nasıl başaracaktır? Meselâ İstanbul kızlarıyla nasıl münasebet kuracaktır? Buradaki kızlar köydekilere benzemez, huyu suyu hayat tarzları çok farklıdır. ‘Şehirli’dir bir defa. Onlarla nasıl arkadaş olunur, nasıl yakınlaşılır, kahramanımızın bunlardan haberi yoktur. Üstelik arkadaşlarına bu konuda ne kadar maharetli olduğuna dair caka satıp durmaktadır.

Derhal, bir rehbere ihtiyacı vardır, ama bu rehber ‘kişisel olarak’ gelişimine imkân verecek bir rehber olmalıdır ki foyası açığa çıkmasın. Ayrıca ‘pratik’ olmalıdır; ne yapması gerektiğini basitçe ve açıkça adım adım söylemelidir. Ne yapar Şaban? Hemen Sahaflar Çarşısı’na gider ve kendisine bir kitap bulur: “10 Derste Kız Tavlama Sanatı”

Ve ilk ders: “Kadınlar ısrarcı erkeklere bayılırlar. Israrcı ol, vazgeçme!” Kahramanımız hemen uygulamaya koyulur. Taksim’in göbeğinde kızın tekini rahatsız eder ve doğal olarak çantayı kafasına yer. Tekrar dönüp kitabı okuduğunda, bir taltif ve arkasından ikinci dersi alır: “İlk tokadı yediniz değil mi? Aferin. Bu, sizin şeref madalyanız. Doğru yoldasınız, tekrar deneyin.”

Sonuna kadar izleyiciyi kahkahaya boğan film, aslında kent yaşamı ile kente yeni göç etmiş geleneksel ve muhafazakâr değerlere sahip Anadolu insanı arasında yaşanan ‘intibak sorunu’na ışık tutar. Yani ciddi bir konuyu ele alır. Ama tipik bir kişisel gelişim örneği olan kitap ile filmin kahramanı arasındaki uyumsuzluk o kadar üst seviyededir ki, komedi bu uyumsuzluktan gayri ihtiyari taşar. Ve filmde bizi kahkahaya boğan, Kemal Sunal’ın oyunculuğu kadar, biraz da kişisel gelişimingünümüzde de benzer örneklerine bol bol rastladığımızsığ yaklaşımlarıdır.

 

Kişisel gelişim insanı nasıl ele alıyor?

Kişisel gelişim adına üretilen işlere (kitaplar, seminerler) baktığımızda, sığ diyebileceğimiz türden yaklaşımlara sıklıkla rastlarız. İlk başta bu sığlığın hayatın basite alınışından kaynaklandığı düşünülebilir. Sanki hayat, bir el kitabı eşliğinde yaşanabilir basitlikteymiş gibi sunulmaktadır: “Önce birinci adımı uygula! Sonra ikinci adıma geç!” şeklinde... Fakat biraz dikkatli incelendiğinde, kişisel gelişim sadece hayatı değil insanı da çok basite alır, hem de üfleyerek şişirebileceğimiz bir şişme bot kadar!

Bir şişme botu nasıl kolaylıkla şişirebiliyorsanız, hafızanızı da birkaç basit teknikle geliştirebilirsiniz. Bir şişme botu nasıl şişirebiliyorsanız, duygularınızı da son derece basit mucize NLP teknikleriyle kontrol altına alabilirsiniz. Bir şişme botu nasıl şişirebiliyorsanız, bilinçaltınızdaki olumsuz düşünceleri de hiç zorlanmadan silip atabilirsiniz. Bir şişme botu nasıl şişirebiliyorsanız, pratik tekniklerle ruhunuzu her türlü endişeden arındırabilirsiniz.

Kişisel gelişime kalsa insan ruhunun bile birkaç tekniğe baktığı bu basitlik üzerinde çok ciddi durmamız gerekiyor. Acaba insanı bu kadar basite ve hafife almak neyin sonucu, nelerin bileşkesi?

En başta, tarihî tecrübeden öğreneceğimiz bir doğru var: İnsan hakkında bariz çarpıtmalar, ancak önceliği insan tabiatını anlamak olmayan ve insana saygı duymayan hareket ve akımlarda ortaya çıkar. Çünkü bunlar belli bir maksat için insanı anlamaya kalkışır. Nitekim, kişisel gelişimin insanı anlamaya dönük çalışmaları, pazarlama sektörünün bir uzantısı olarak başlamıştır. Müşteride bırakılan intiba, beden dilinin kullanımı, iletişim becerisi gibi konuların hepsi müşteriye mal satma derdiyle araştırılan ve öncelikle şirketlerin ilgi alanına girmiş olan konulardır.

Hal böyle olunca, araştırma konuları ‘davranış’a odaklanmış ve ‘standart doğru davranışlar’ ve ‘standart doğru teknikler’ tespit edilmeye çalışılmıştır. Ama bu arada ruhî boyut, ruhun ebede uzanan ihtiyaçları ve bireysel farklılıklar büyük ihmale uğradı. Davranış ve tekniklerin standartlığı, insan fıtratının da standart olduğu gibi son derece yanlış bir izlenime kapı açtı.

Bu tablonun postmodern dönemle de ilgisi var elbette. Zira mutlak hakikat algısını parçalayan postmodernizmden önce, bilginin üzerinde ‘hakikat’ dediğimiz pergelin sabit ayağı gibi değişmeyen bir boyut vardı. Başka bir ifadeyle, nispî âlemin üstünde bir mutlak âlem tasavvuru vardı. Fakat postmodern relativizm, mutlak âlemin reddi ile, hakikati her insanın kendi zihin aynasında görünen ‘hakikat tanecikleri’ne indirgedi.

Tahmin edeceğiniz üzere, “herkesin doğrusu kendine!” olarak özetlenebilecek postmodern durumun vahim sonuçları oldu. En önemli sonucu ise, ilmin arştan, ruhun derinliklerine kadar uzanan engin bağları koptu. Semavat ve arşa kadar yükselen ilim merdiveni kırılırken; bunun iç âlemimizde karşılığı olan ruhî derinlik beş duyuya kadar sığlaştı. Bilgi ve eylem, maddi düzlemin dar bandı üzerinde buluştu. Eyleme (davranışa) lojistik destek sağlayan basit bir ‘ön hazırlığa’ dönüştü bilgi.

Ve bu şartlar altında, hiçbir şeyin bir ‘proje konusu’ olmaktan öte bir anlamı kalmadı, insanın bile! Kişisel gelişim akımının yaptığı da esas olarak budur. İnsan yaşamı, kişisel gelişim yaklaşımı içinde ‘projelendirilmesi’ gereken dünyevî bir sermayeye dönüşmüştür.

 

Kişisel gelişimin insan projesi

Günümüzde insan yaşamının eğitim planlamasından, kariyer planlamasına kadar bir şirket gibi tanzim edilmeye çalışıldığına şahit oluyoruz. Hiçbir şey zuhurata bırakılmak istenmiyor. Doğal yeteneklerin yine doğal süreçler içinde inkişaf etmesi beklenmiyor. Sonuç, süreçten önemli. Kadere ve irade-i külliyeye bir pay bırakılmıyor. Akşam başınızı yastığa koyduğunuzda somut bir başarı elde edememişseniz, o gün ziyan sayılıyor. Üniversite sınavı için kaç sene çalıştığınız, ne kadar emek harcadığınızın bir önemi yok, eğer sınavı kazanamadıysanız.

Bu sürece kurumsal gelişim tecrübelerinin yön verdiği sır değil. İnsan hayatının sanki bir ‘toplam kalite’ sorunuymuş gibi ele alınmasına daha okul sıralarında alıştırılıyoruz. İş hayatına atıldığımızda, bir insan hayatının nasıl proje konusu yapılabileceğine dair hafızamızda yeterince tecrübe depolanmış oluyor.

Tıpkı bir şirket gibi insanların da güçlü yönleri, zayıf yönleri, fırsatları ve tehditleri tespit ediliyor ve buna göre bireysel gelişim planları hazırlanıyor. Yeter ki siz kendinizi kişisel gelişim sektörünün mahir ellerine bırakın. İradeniz zayıfsa, beyin gücünüz geliştirilir. Unutkanlık probleminiz varsa, hafızanızın kapasitesi artırılır. Karşınızdaki insanı etkilemeyi başaramıyorsanız, beden dilinizi daha iyi kullanmanız temin edilir. İkna gücünüz zayıfsa, güzel konuşma sanatı ve ikna teknikleri öğretilir. Zamanı iyi kullanamıyorsanız, zaman planlaması öğretilir. Siz yeter ki eksiklerinizi, çalışmayan aksamınızı söyleyin; en önemlisi başarısızlığınızı itiraf edin.

Gerçi siz söylemeseniz de kişisel gelişim bunu size söyler. “Seyirci koltuğundan sıkıldıysan, sahneye çık”, “Zirvede her zaman bir kişiye daha yer var” gibi kişisel gelişim kitaplarında bolca okuduğumuz sloganlar; kişisel gelişim seminerlerinde ‘öğrenilmiş çaresizliğe’ dair verilen ardı arkası kesilmez örnekler, size, iflah olmaz bir ‘looser’ (sürekli kaybeden) olduğunuzu usanmadan telkin eder zaten. Hele makam, para ve prestij açısından parmakla gösterilen biri değilseniz, size tam menü bir kişisel gelişim programı şarttır. Efendim? Kafanızda birtakım şüpheler mi var, zirvede size de bir yer olduğuna inanamıyor musunuz? Kişisel gelişimin buna da cevabı hazırdır: “Senin içinde sınırsız bir güç var!”, “İçindeki devi uyandır!”

Üniversitelerin psikoloji, psikolojik danışmanlık gibi bölümlerinde insana dair standart olarak öğretilen ilkeler vardır: “Bir bireyden ancak kendi yetenekleri ölçüsünde bir başarı beklenir”, “Sosyal uyumu ile psikolojik durumu ne olursa olsun her birey değerlidir” gibi. Pek çoğu üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun olmamış ama buna rağmen kendilerini ‘kişisel gelişim uzmanı’ ilan eden liyakatsiz kişiler, muhtemelen, böyle ilkelerin varlığından bile haberdar değiller. Aksi halde, insanlara bulundukları yerde iyi ve dengeli bir hayat kurma yerine, herkese ‘zirve’den yer satmaya kalkışmazlardı.

Bu konuda liderliği kimseye bırakmayan ve bir uluslararası saadet zincirinin Türkiye ayağı gibi çalışan NLP’cilerin iki haftalık eğitimlerle piyasaya sürdükleri yeni yetme kişisel gelişimcilere özellikle dikkat etmek ve bir tedbir almak gerekiyor. Bunlar arasında “cahil cesur olur” prensibince, NLP teknikleriyle aile danışmanlığı bile yapanları duyuyoruz. Eğer her şey bu kadar kolaysa, üniversitelerin psikoloji bölümlerinde dört yıl, psikiyatride en az altı yıl insanlar boşuna okuyor, ÖSYM’ye duyurulur!

 

Kişisel gelişimde maneviyat

Başarının kişisel gelişim kültürü içinde abartıyla ele alınması çok da anlaşılmaz bir durum değil aslında. Çünkü bu akım tamamen kent koşullarında ortaya çıktığı için geleneksel anlamda ahiret ve cennet inancına bünyesinde yer vermiyor. Kaçınılmaz olarak, cennet şu dünya hayatı içinde tanımlanıyor. Kişisel gelişimde başarı ve zirve, cenneti temsil eder.

Kişisel gelişim doğrudan doğruya insan tabiatını anlamak ve insana göre bir hayata katkıda bulunmak üzere ortaya çıkmadı. Dolayısıyla kişisel gelişimin derdi, kent yaşamını bireye uydurmak değil, bireyi kent yaşamına uydurmaktır. Kent ise, doğumla başlayıp ölümle biten süre içinde, bireyin dünyada kendi kaderini eline alarak, madde planında bir uygarlık inşa etme iddiası taşır.

Fakat bu iddia, ruhun sonsuza uzanan emelleri sebebiyle bir türlü gerçeğe dönüşmemektedir. Hatta Batı medeniyeti insanların çoğunu sefalete ve fakirliğe mahkûm etmekle, insanların kendisine açtığı krediyi hızla tüketmiş ve geniş bir gayri memnun kitlesi oluşturmuştur. İşte kişisel gelişimin kendisine müşteri portföyü olarak seçtiği kitle, söz konusu gayri memnun kitledir. Temel amaç ise, bu kitleyi, sisteme yeniden dahil etmek ve üretim-tüketim kalıpları içinde her bireyin kendi üstüne düşen görevi çok fazla sorgulamadan yerine getirmesini sağlamaktır.

Kişisel gelişim bu örtük niyetini gizlemek için bireyi tanrılaştırır. Ona içindeki devi hatırlatır. Ama başarısızlığın suçlusu olarak yine bireyin kendisini göstermekten çekinmez. Düşman ve rekabetçi bir dünya tanımlaması yapmak suretiyle, bireyi neredeyse dünyayla rekabete sokar. Bu arada merhamet, akraba ve komşuluk ilişkileri, iyilik, dürüstlük.. gibi kadimden beri kabul edilen geleneksel değerleri rafa kaldırır. Kişisel gelişim bu öğretisini bazen basit bir öykü üzerinden anlatır:

“Kenya’da bir konferanstan sonra iki arkadaş konuşa konuşa gezerken farkında olmadan vahşi hayvanların olduğu bölgeye gelirler. Karşılarına bir aslan çıkar. Ne yapacaklarını şaşıran iki arkadaş buz kesilmiş bir halde oldukları yerde durmaya başlarlar.

Korkunun ecele faydası olmadığını bilen iki kişiden biri yavaşça eğilir, çantasını açar ve spor ayakkabılarını giymeye başlar. Yanındaki arkadaşı sessizce söylemeye başlar: aslandan daha hızlı mı koşacaksın?

Spor ayakkabılarını giymiş ve hazırlanmış olan arkadaşı cevabı yapıştırır: Hayır aslandan hızlı koşamam ama senden hızlı koşabilirim.”

Öykünün dip mesajında, en az aslanın vahşiliği kadar bir ruh vahşiliği örneği sizce de yok mu?

 

Sonuç yerine

Bugün kişisel gelişim akımı, özellikle Uzakdoğu dinlerinden devşirilen teknikleri kendi repertuarına almış bulunuyor. Hatta son dönemde tasavvufun da sisteme dahil edilme çabalarını görüyoruz. Bununla birlikte, kişisel gelişimin önemli bir parçası haline gelen yoga, reiki gibi disiplinlerden ahiret inancı olan bir dine, meselâ İslâm’a geçilmesi söz konusu değildir.

Çünkü kent yaşamı ve birey ahlâkına dayalı kişisel gelişim kültürü, kendisini Allah’a bağlayacak bir din istemiyor. Hatta kent içinde mezarlığın varlığına ve “Her canlı ölümü tadıcıdır” cümlesini görmeye bile tahammül edemiyor. Bu yaklaşım içinde birey kendi kendisinin efendisi olma amacını güttüğü için, sadece manevî ihtiyaçlarını karşılayacak bir şeylerin peşinde. Düşüncelerini arındırmak istiyor ama Allah’a dua etmek istemiyor. İbadet etmek istiyor ama namaz kılmak istemiyor. Kalbine kuvvet verecek zikir yapmak istiyor ama Allah’ı zikretmek istemiyor. Vicdanî bir rahatlama istiyor ama ahirette yaptıklarının hesabını vermek istemiyor. Ebediyet istiyor ama bu dünyadan kopmak istemiyor.

Oysa hakiki hidayet yolu, maddeciliğin, maddi hazlara boğulmanın karşıtı olan ruh maneviyatçılığına yönelmekten geçmez. Yani insanlar Allah’a ve ahiret gününe iman etmeden sadece kendi ruhî ihtiyaçlarına karşılık gelen bir ‘manevî dünya’ inşa ederek doğru yolu bulmuş olmazlar.

Hidayet yolunu bulmak isteyenler, her şeyden önce kerim bir peygamberin (resul-i ekrem) rehberliğinde, kerim bir Kitab’a (Kur’an-ı Kerim) tutunmak ve elbette Kerim bir Allah’a (Kerim-i Mutlak) iman etmek durumundadır. Bunun dışında kalan, bunlardan birinin eksik olduğu tüm arayış ve reçeteler, ancak dünya hayatında bir fayda sağlayabilir ve kabre kadar bir teselli verebilir.

Varacağımız asıl yurt ise ahiret yurdudur.