TR EN

Dil Seçin

Ara

Röportaj / Psikiyatrist Mehmet Tüzün ile Kur'an ve Psikiyatri Üzerine Konuştuk

Röportaj / Psikiyatrist Mehmet Tüzün ile Kur'an ve Psikiyatri Üzerine Konuştuk

İnsan psikolojisini merak ediyoruz. Kutsal Kitabımız Kur’an’dan ve dinimizden öğrendiklerimizle, günümüz psikiyatri bilgileri arasındaki benzerlik ve farkları ve bunların sebeplerini de merak ediyoruz. Bu konuları yazarımız Mehmet Tüzün ile sizler için konuştuk.

İnsan psikolojisini merak ediyoruz. Kutsal Kitabımız Kur’an’dan ve dinimizden öğrendiklerimizle, günümüz psikiyatri bilgileri arasındaki benzerlik ve farkları ve bunların sebeplerini de merak ediyoruz. Bu konuları yazarımız Mehmet Tüzün ile sizler için konuştuk.

 

SORU: Freud’un görüşleri ile İslam alimlerinin ‘nefis’ kavramı hakkındaki açıklamalarını bir arada değerlendirdiniz mi? Aralarında bir uyum yok mu sizce? Mesela Freud’un “id-ego-süperego” üçlemesi, bizim “nefis-benlik-vicdan” tariflerimize benzemiyor mu? Freud’un tespitlerini İslami kavramlarla bağdaştıramaz mıyız? 

 

CEVAP: Freud’un bazı görüşleri, İslami kavramlara kısmen uyabilir tabii. Mesela bahsettiğiniz “id-ego-süperego” üçlemesinin “nefis-benlik-vicdan” üçlemesine hayli benzediği açıktır. O da kendince gerçeği bulmaya çalışan, hayli de zeki bir insandı ve bazı doğrulara yakınlaşmıştı tabii ki. Zaten “Her fırka-i dalalette bir dane-i hakikat bulunur.” Yani her yanlış fikrin tamamen yanlış olması gerekmez. Bir gerçeklik payı vardır daima.

Ancak Freud birçok yerde büyük (hatta komik) hatalar da yapmıştır. Bugün bu bilimsel olarak da, hatta taraftarlarınca bile kabul edilmektedir. Mesela o, ‘süperego’nun tamamen bilinç düzeyinde olduğunu, bilinç altının ise tamamen id denilen dürtülerden oluştuğunu iddia eder. 

Oysa mesela suçluluk duygusu hem (onun tabiriyle) süperegoya aittir, hem de bilinçaltı bir süreçtir. 

Veya onun neredeyse yok saydığı, görmezden geldiği ölüm gerçeğini, yok olmaktan korkmayı, bugünkü psikiyatri en temel bir problem olarak görür. “İnsan, öleceğini bile bile yaşayan tek canlıdır ve bu durum insan için en önemli stres kaynağıdır” denir. Oysa Freud’un âleminde ölüm gerçeği yok gibidir. Bin dereden su getirir de ölüm vadisine uğramaz. Freud’un, annesinin ölümünden sonra depresyona giren bir çocukla ilgili meşhur bir analizi vardır: “Anne objesini, ölümünden sonra içselleştirmiş. Ama ona karşı olan ambivalan (zıtlıklar içeren) duygularından dolayı, süperego anksiyetesi yaşayıp depresyona girmiş vs.” Bu yorum, günümüz psikiyatri camiasında neredeyse gülerek karşılanmakta ve “Onca ince mekanizmayı görüp de apaçık ve dehşetli ölüm gerçeğinin bu depresyondaki rolünü görmemek, nasıl bir analizdir?” denilmektedir. 

Ya da İslami tarife hiç uymayan bir diğer nokta olarak, onun süperego tanımı, aile ve toplum baskısı ve tepkileri sonrası gelişen, yani kökü dışarıda bir kavramdır. Doğuştan gelen fıtri bir temeli yoktur. Oysa bizim vicdan dediğimiz his, insanın doğuştan sahip olduğu bir “fıtrat-ı zişuur”dur. Sadece yapılması, yapılmaması gereken şeyleri değil, bazı gerçekleri de fısıldayan bir histir. 

Freud’un bunlar gibi birçok açık hatası, bugün psikiyatri ile uğraşanlarca bilinmektedir. O yüzden, onun psikiyatri âleminde bile artık tam kabul görmeyen fikirlerini tartışılmaz esaslar gibi kabul edip, İslami terimleri onlarla açıklamaya çalışmak çok yanlış olur. 

 

SORU: Öyleyse bazıları Freud’un psikiyatri dünyasındaki yerini fazla mı abartıyor?

 

CEVAP: Aslında belirtmem lazım ki, sizin gibi soru soranlar da olmasa, Freud’un adını unutacağım neredeyse. Evet bugünkü psikiyatri dünyasında Freud’un görüşleri pek kabul görmemekte ve onu onaylayanlar bile fikirlerini ancak hayli değiştirerek kabul etmektedirler. 

 

SORU: Bilim âleminde Freud artık terk ediliyor ve doğruya yaklaşma var yani? 

 

CEVAP: “Doğruya yaklaşma” tabirini ihtiyatlı kullanmak lazım. Zira (en azından psikiyatride) hala hâkim olan yönelim, dine soğuk bakan bir anlayıştır. Hatta ölüm konusunda Freud’u eleştiren Yalom dahi ateisttir. Ölümün önemini kabul eder ama, çözümü yine dinin dışında aramaya çalışır.

Zaten esas önemli olan nokta şudur ki, Kur’an ile materyalist bilim arasındaki asıl fark, tespit ve isimlendirmeden önce, bakış açısıdır. Kur’an her şeye Allah hesabına bakar, inançsız bilim ise bizzat kendisi hesabına. Mesela bir yazıya, harflerin şekilleri, büyüklükleri, renkleri gibi özellikleri için, yani bizzat o yazının kendisi için bakmak başkadır, yazının ifade ettiği anlam için bakmak bambaşkadır. 

İşte bu temel bakış açısı noktasından, dini dışlayan bilim ile, Kur’an’ın tarzı arasında dağlar kadar fark vardır. Materyalist bilim her şeyi (ve tabii insanı da) kendisi için var olan, bizzat kendisini gösteren ve kendisine hizmet eden varlıklar olarak görür. Kur’an ise her şeyi yaratıcısına nispetle ve yaratılış hikmetine göre ele alır. O yüzden sadece Freud ve takipçileri değil, genel olarak ‘modern’ psikiyatristler, ‘ego’ dedikleri benliği, bizzat kendisi için var olan ve kendi çıkarlarını korumaya çalışan bir kişilik elemanı olarak tarif ederken, İslami açıdan benlik, elindeki kabiliyetleri Allah’ı tanıyabilmek için kullanan, kendisi adına var olmayı değil, yaratıcısını bulmayı hedeflemiş bir araçtır. 

Yine materyalist psikiyatri, malum üçlemede önceliği ‘id’ yani ‘nefis’e verir, “Esas amaç, usulünce de olsa id dürtülerinin tatmin edilmesi, deşarj olmasıdır. Ana hedef zevktir” der. Oysa Kur’an esas olarak vicdanın hâkim olması, nefsin ise terbiye edilmesi gerektiğini ifade eder ve esas amacı, Allah’ın rızası olarak gösterir. Burada nefis sadece bir itici güç, bir binektir. Dizginlenmesi ve yönlendirilmesi gereken bir binek.

 

SORU: Doğruya yaklaşmada problem var yani… Peki bunun sebebi ne?

 

CEVAP: Yaratıcı unutulsa ya da düşünülmezse, ona yönelik manevi yönler de anlaşılmaz, görülmez, hatta baş aşağı düşer. Oysa insan, Kur’an ifadesiyle, ancak ve ancak Allah’a kul olmak, Onu tanımak ve Ona kulluk etmek için yaratılmıştır. Bu şu demektir: İnsana verilen tüm kabiliyetler de (akıl, vicdan, benlik, nefis, hayal vs.) ancak Allah’ı tanımaya, Ona yönelmeye vesile olmak için verilmişlerdir. Bu ilişkiyi yok farz edince, o kabiliyetleri hakkıyla anlamak (ve tabii tatmin etmek de) mümkün değildir. Allah’ın, kendisine kul olsun diye, kendi isimlerinin aynası olsun diye, emanetçisi olduğu küçük ölçücüklerle Rabbini bulsun diye yarattığı insanı, Allah’ı düşünmeden nasıl doğru tanıyabilir ve tarif edebiliriz ki? 

Mesela bir otomobil düşünün. O otomobili, yapımcı firmayı, üretim amacını, kullanım kılavuzunu bilerek incelemek ve kullanmak başkadır, ne işe yaradığını (hatta taşıt olduğunu bile) bilmeden değerlendirmek bambaşkadır. 

Bir adam düşünün ki, o otomobilin, bir hedefe gitmek için yapılmış bir ulaştırma aracı olduğunu dahi bilmiyor ya da kabul etmek istemiyor. Ona bir araba verdiniz diyelim. Eğer kullanma kılavuzunu okumazsa, açıklamaları da dinlemezse, o arabayı küçük bir ev, lüks bir baraka gibi düşünecektir muhtemelen. “Koltukları da rahatmış, iyi uyunur. Aydınlatma da var. Şu dışarıdaki lambalar da süs ve eğlence için olmalı. Ama nedense tuvalet koymamışlar. Bu önümdeki büyük simit gibi şeyi de, kitap okurken kullanabilirim sanırım. Ama yok, pek işe yaramıyor; sökeyim bari, kalabalık etmesin. Şu üzerinde rakamlar olan kol da anlamsız, onu da atalım. Motoru da sanırım kalorifer için koymuşlar. Ama bu kadar büyük bir motor, kalorifer için fazla değil mi? Yine de iyi ısıtıyor. Aslında bu şey, bir ev olarak çok uygun sayılmaz ama, ne yapalım, idare edeceğiz…”

Aynen onun gibi, insanı da “Bu dünyaya imtihan için gönderilmiş, yaratıcısını tanıyıp Ona kulluk edecek yeteneklerle donatılmış, böylece Onun rızasını ve sonsuz bir cenneti kazanmaya aday bir kul” olarak değil de, “tesadüfen dünyaya gelmiş, çok yetenekli ama kısacık ömürlü bir konuşan hayvan” nazarıyla görenler, insandaki muazzam his ve kabiliyetleri böyle basit, hatta komik bir nazarla değerlendirir, büyük hatalara düşerler.

İlk başta bahsettiğiniz “benzer tespitler olması” konusuna bir de şu açıdan bakabiliriz: Bizim “nefis-benlik-vicdan” üçlememiz asırlardan beri vardır ve gerçektir de. Gerçek olduğunu, Freud’un bile bu tariflere yakınlaşması ile de görüyoruz zaten. Onların tam doğruyu bulup bulmaması, kendi sorunlarıdır. Ne zaman ki Kur’an’ın tespitlerine yaklaşırlar, o zaman doğruyu bulmuş olurlar. Ve o zaman da biz onların hesabına seviniriz, Kur’an hesabına değil. Zira Kur’an’ın, bilimin onayına ihtiyacı yoktur. Zaten her atılan taşın peşine koşmak, her kabul gören teoriyi Kur’an’a uydurmaya çalışmak, sürekli “minder dışına çıkmaya” yol açar. Böyle yapan ve orta bir yol bulmaya çalışanların, bir süre sonra saf değiştirdikleri de çok görülmüştür. 

 

SORU: Peki sizin psikolojide en çok benimsediğiniz ekol hangisi? 

 

CEVAP: Meşhur bir benzetme vardır, körlerin fili tarifi üzerine: “Fil bir hortumdur”, “Hayır, kepçedir.” vs. denildiği rivayet edilir. Aslında hiçbiri fili doğru tarif edememiş, sadece bir yönünü fark edebilmişlerdir. İşte insanın ruhsal yapısını anlamaya yönelik psikoloji ekollerinin durumu da aynıdır. Hepsi bir hakikat çekirdeğine dayanıyor, doğru, ama hiçbiri tam anlamıyla ve her yönüyle gerçeği görebilmiş değil. 

Aslında bunun böyle olduğunu, bu ekolleri inceleyen herkes hisseder. Bugün yüzlercesini sayabileceğiniz psikoloji ekollerinin hepsi, kurucusu olan şahsın kişisel bakış açısına dayanır ve ancak belli bir grup hastaya fayda verir. O yüzden ben “hepsinde hakikatin bir parçası var, ama hiçbiri tam doğru değil” diye düşünüyorum.

Mesela “analitik psikoloji” bir gerçeğe dayanır ki, insanın görünürdeki davranışlarının altında, ta çocukluğa kadar dayanan karmaşık mekanizmalar yatar ve temel çatışmaların savunma mekanizmaları ile çözülmeye çalışılması sonucu görünürdeki belirtiler ortaya çıkar. Bunu kimse inkâr edemez zaten. Buna karşın, temel problemler değişmese bile, sadece görünürdeki davranışların bir ölçüde değiştirilmesi de mümkündür, bunu da davranışçı ekol savunmaktadır. Benim en az beğendiğim akım olsa bile, onda bile bir hakikat çekirdeği vardır yani. En azından klinik düzeydeki pratik faydaları ortadadır. 

Ya da sosyal psikolojiyi de yabana atamayız; insanın sosyal bir varlık olduğunu, davranışlarını belirleyen en önemli etkenlerden birinin toplumsal faktörler olduğunu görmezden gelemeyiz; genelde psikoloji toplumdan bireye değil, bireyden topluma doğru düşünse bile. 

Bir de varoluşçu yaklaşım var (ki kısaca değinmiştim), “insanın en büyük meselesi, öleceğini bile bile yaşamaktır” derler. Buna karşılık o ekolü bile inançsız bir zeminde ele alıp, “evet, ölüm bir son, ama insanın ölümü hatırlayıp kendi hayatını yaratma(?) sorumluluğunu üstlenmesi gerekir vb.” tarzında uygulayanlar da çoktur maalesef. 

Kognitif ekol ise, gerek davranışın altında yatan düşünceyi önemsemesi, gerekse herhangi bir felsefi ön kabul gerektirmemesi dolayısıyla en rahat kullanılabilen, bence en etkili ve en laik (olumlu anlamda) ekoldür şu an için. Kendi adıma en çok tercih ettiğim yöntem de odur. Ama en doğrusu, (imani bir bakış açısıyla) hepsinin sentezini yapmak ve uygun yerlerde hepsini gereğince kullanabilmektir; dar bir bakış açısına takılıp bütünü gözden kaçırmak değil. 

 

SORU: Fikirlerinize katılıyorum ama, gerek Freud’a ve gerekse ekol kurmuş ilim adamlarına yönelik tarzınız, biraz küçümseyici değil mi?

 

CEVAP: Şu alıntı ile cevap vereyim: Eğer deseniz ki: “Siz necisiniz ki bu meşhurlara karşı meydana çıkıyorsunuz? Siz sinek gibi olup da, kartalların uçmalarına nasıl karışıyorsunuz?” Biz de deriz ki: “Kur’an gibi bir üstadımız varken, yolunu şaşırmış felsefenin ve pusulasız aklın talebeleri olan o kartallara, hakikat noktasında, sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değiliz. Biz onlardan ne kadar aşağı isek de, onların üstadı olan felsefe, bizim üstadımız olan Kur’an’dan bin defa daha aşağıdır. Evet, büyük bir padişahın emrindeki küçük bir asker, küçük bir şahın büyük bir komutanından daha güçlüdür.”

Bizler kendi nefsimiz itibariyle aciz, cahil ve eksik olsak da, Allah’ın kitabı olan Kur’an elimizde varken, dinsiz felsefeyi, materyalist bilimi beş paraya almayız. Onlarla ortak noktada buluşmak ve onların da onayını almak için eğilip bükülmek değil, her bir Kur’an hükmünün, bilimin eli yetişmediği muazzam gerçekleri içerdiğini pervasızca ilan ederiz. 

Bu yüzden de bazı Müslümanların, günümüzde inkârcılığın neredeyse temellerini oluşturan Freudçu düşünce gibi fikirleri, sırf gösteriş, reklam ve yaygaralarına kanıp, kesin gerçekler zannedip, Kur’an ile uyuşturmaya çalışmalarına karşı çıkıyoruz. Kur’an’ın, onların onayına ihtiyacı yok. Ve Allah’ın safında olan tek bir kişi bile, çoğunluktur. Meşruiyet, onaylanma derdini onlar düşünsün. 

Nitekim Kur’an’daki “Onlardan yüz çevir; Allah sana yeter.” hitabına mahzar olan Peygamberimizin tarzı da böyle idi. O, iddialarını biraz yumuşatmasını, biraz alttan almasını, hiç olmazsa bazı önemli putlara saygı göstermesini rica edenlere, malum cevabı vermişti: “Bir elime güneşi, bir elime ayı koysanız bile…” Ve yine Kafirun suresindeki “leküm diyniküm ve liye din” (sizin dininiz size, benim dinim bana) ayetinin manası da buna yakındır: “Ey kafirler! İnançlarımız ve bakış açılarımız arasında dağlar kadar fark var. Doldurup orta noktayı bulamayız. Siz kendi yolunuza, biz kendi yolumuza.”

Zaten bilirsiniz ki, aslı hak kitap olan İncil’in, zamanla bozulması da kısmen bu sebeple olmuştur. Zamanlarında akıl ve bilim kılıfındaki her iddiayı kesin gerçek kabul eden bazı ruhbanlar, İncil’deki ifadeleri onlara uydurmak için sürekli değiştirmiş, bozmuş, sonunda bugünkü, çoğu yeri akıl ve bilim dışı olan ifadeler ortaya çıkmıştır. 

 

SORU: Peki, bugüne kadar niçin dünya çapında bir psikoloji veya psikiyatri uzmanı yetiştirmedik, ses getiren bir ekol ortaya koyamadık? Nerede yanlış yapıyoruz?

 

CEVAP: Son dönemlerde Müslümanlar olarak özgün fikirler üretemeyişimiz ve İslam âleminin bilimsel olarak geri kalmışlığı, maalesef bir gerçektir. Ancak, “Pas tutmuş, kirlenmiş bile olsa bir altın, parlak ve boyanmış bile olsa bir tenekeden daha değerlidir.” Birkaç asırlık bir durgunluk dönemi yaşadı diye, (asırları aydınlatan) “İslam’da bir hakikatsizlik mi var?” diye şüphe etmek, anlamsız olur. 

Kaldı ki, bizim geri kalmışlığımız, Kur’an’a bağlı olmamız sebebiyle değil, tersine Kur’an’dan kopmamız sebebiyle olmuştur. Buradan çıkış yolu da, Batı felsefesinin kokuşmuş ve haktan sapmış prensiplerini İslam’a yamamak değil, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alıp, iman esaslarının gözlüğü ile insana, kainata, ilimlere bakmak ve taze bir sentez yapmaktır. Ancak o zaman orijinal çalışmalar üretip bilimsel ve maddi yönden de ileri gidebiliriz.

 

İnşaallah yine “Kur’an’dan alıp ilhamı” bu durgunluk döneminden en kısa zamanda kurtuluruz… Verdiğiniz cevaplar için, Zafer okuyucuları adına çok teşekkür ediyoruz. 

Bilakis ben teşekkür ederim.