TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayrettin Oğuz bir Gezgin yazarı. ‘Gönül Dağı’na çağırıyor bizi. Dağlar boyu yaşadığı inişlerden çıkışlardan, sevdalardan vedalardan Kayyum sırrını okuyor: 

“Dağların zirvesine çıkılınca bitmez yolculuk. Dağ fethedilmez. Ancak dağı fethedilir zirve yapan insan ve dağlanarak dağlaşır.

Hemen zirvesinde bulunduğu dağa veda eder ve bir başka dağda yeniden dağlaşmak ve yücelik hissini tatmak için yeniden yola koyulur.

Dağlarla vedalaşmak hiç bitmez. Bir dağla vedalaştığınızda, bir başka dağa doğru yol alıyorsunuz demektir.

Ve dilinde de Necip Fazıl’ın dizeleri… Ve dağ dağ Elveda! Bunun içindir ki yârinden ayrılanlar da ayrılıklarını dağlarla anlatmışlar, dağlarla vedalaşmaya benzetmişlerdir.

Çünkü sevdanın tekliği, ondaki inişleri ve çıkışları, dağları ve uçurumları tekleştirmez…

Her veda ve ayrılış yârin bir başka dağına göçüştür.

Sevgilinin bir başka uçurumundan atlayış, bir başka yaylasında bekleyiştir.

Kıratın üstünü bir uzun yaylaya benzeten muhayyile, sevgilinin gönlünü dağlaştırır ve adını “gönül dağı” koyar.

Her halini ve durumunu bu gönül dağından esen yeller, boranlar, gel deyişler, git deyişler ve onun eteklerinde bekleyişler belirler…

***

 

Ali Ural, mezar taşına taşan gerçeği hayata taşıyor:

“Sevgili Dost/Herkes kaybetti/Ölüm kazandı/Mezar taşlarına/‘Huve’l- Bâki’ kazındı.”

***

 

Leyla İpekçi, Tevvab isminin asude iklimine özlemi dillendiriyor.

“Pişman olup tevbe ettiğimiz şeyleri yeniden hatırlamak, durmaksızın akla getirmek bir tür suçluluk duygusu oluşturabiliyor insanda.

Belki bunun da etkisiyle, eğer hayatı değiştirecek bir tevbe söz konusuysa, her seferinde eski günahları hatırlamak yorucu olur. Ve faydasız...

Unutuşun engin ufkunda terk etmişizdir onları. Onlar da bizi.

Fazla yüklerinden kurtuldukça yalınlaşır, durulaşır insan.

Zihin zelzelelerinden arta kalan molozları süpürebilir kazanılmış bir maharetle.”

Belli ki, tevbesiyle Allah’a dönen insan,

günahlarını unutmak gibi eşsiz bir merhametle de kucaklanıyor.

Tevvab’ın ardından Rahîm isminin gelmesi de bu inceliği müjdeliyor. 

 

***

 

“Gözlerin açık diye gördüğünü sanıyorsun” diye uyarıyor Ömer Halit Camcı, insanları “dıştan içe” çağırıyor.

Kalbimizin kapısında eğlenip durduğumuzu haber veriyor. “Dışında, hep dışındayız her şeyin. Yiyor içiyor, uyuyor uyanıyor, geziyor dolaşıyor, yaşıyoruz.

Kaprisler, bitmez arzular ve hırslar içinde. Vücutlarımız ruhlarımızdan çok uzakta bir ‘zaaflar torbası.’

Şişkin egolarımız üzerimize binmiş kendini taşıtıyor. İçimizin çirkin tarafları temiz ve güzel olan her şeyimizi kirletiyor.

Suratlarımıza bakıldığında görülen biz miyiz?

Erdemli şehirler, erdemli insanlar, erdemli ülkeler… Neresi, kim ve nerede? 

“Hâlbuki ömür, daha derin bir duyumsamanın, içi sonsuzluğu yutan bir farkındalığın, uyanık olmanın mekânıdır.

Yaşadığımız şeyin adını dahi koyamıyoruz. ‘Hayat’ işte, diyemiyoruz.” 

***

 

Lale Müldür, iyiliğin cevherini keşfetmiş ve herkese fısıldıyor.

Allah’a kul olmak. Allah’ın kabul göğünde yer bulunca kendine, tüm düşmeler iyilik tohumunu uyandırıyor:

“Tanrının yağmura benzeyen hizmetçileri vardır

Toprağa düşünce mısır, denize düşünce inci olurlar.”

 

***

 

Goethe, insanın insana ayna oluş sırrına dokunuyor.

Kalbinin fısıldadığını kalplerimize emanet ediyor.

Demek ki bir insanı kıran kendini çirkinleştiriyor:

“İnsan kendini yalnızca insanda tanır.”