Gönlüm bir dağ gibidir. Sen dağa Davud gibi gel.
— Hz. Mevlânâ
İlk gençlik yılları… Yokuş yukarı tırmandığımız zorlu günler... Göğsümüzde çarpan o şeyin sadece bir et parçası olmadığını fark ettiğimiz heyecan dolu anlar… Varlıklardan Allah’a doğru geçişin çetin sınavı…
Duygularımızla nasıl baş edeceğimizi bilemediğimiz ve sürekli içine doğru çekildiğimiz bir anafor bu…
Kimsenin uyardığı yok tabii.
“Kalbin varsa seveceksin.” diyen çok. “Kimi? Neyi? Neden?” sorularına doğru dürüst cevap veren yok. Sevmek yürek ister, diyen yok. Takıldık deli gönlün peşine, gidiyoruz işte…
Her şeyin bir ölçüsü, bir sınırı vardır; sevmenin yok mu? Her şeyin bir helali, bir haramı vardır; aşkın yok mu? Ne okuduğumuz kitaplarda ve romanlarda, ne de seyrettiğimiz filmlerde pek izine rastlamadık.
Önüne ne koyulsa silip süpüren ile önüne her çıkanı sevenin birbirinden pek farkı yok. Birinin mide fesadından başı derttedir, diğeri de söz dinlemeyen gönlünden şikâyetçidir…
Sıkıntı da zaten burada. İnsanın öyle bir duygusu var ki; ölçüyü ve sınırı aştı mı, derhal bildiriyor ona. Vicdan denen o hassas terazi, devreye giriyor hemen. Ama kalp yine baskın çıkıyor… Aşkın peşinden sürüklenip gidiyor ve yitiyor insan…
Akılla vicdan, kalple sevgi arasında insan. At mı götürüyor, yoksa binicisi mi? Belli değil iplerin kimin elinde olduğu…
Nefsin, şehvetin, daha pek çok duyguların gıdalandığı, şeytanın da epey malzeme topladığı ve inanılmaz kayıpların, acıların yaşandığı bir dünyanın içindeyizdir o an.
Karşı cinse duyduğumuz o masum duyguların kendi içimizde, pek kimseye açılmadan, korka korka ama engel olunamadan yaşandığı o ilk dönem… Bu dönem, pembe-beyaz baharlar gibidir... Hayatımızda yaşadığımızı hissettiğimiz böyle anlar belki de çok azdır.
Vücudunun hemen her yerinin gücünü, dayanıklılığını deneyebilir, ölçebilir insan. Yorulunca durur, acıkınca yiyebilir. Bir sınırı vardır her şeyin. Peki, sevmenin bir kuralı, bir sınırı yok mudur? Nerede başlayıp, nerede bitmelidir? Aşk denilen bu şiddetli ve karşı konulmaz duygunun peşinden insan nereye kadar gitmeli ve nerede durmalıdır?
Bir şeyler söyleyen yok tabii.
Öyle olunca kalbimiz, Rabbimiz ile sevdiklerimiz arasında sıkışıp kalıyor. İçimizdeki yangının ne olduğunu, hiç kimse görmedi, bilemedi o yıllarda. Rabbimiz hariç… Sadece O bilebilirdi zaten…
Sevgisiz yürekler, tık diye durmuş antik saatlere benzer.
Bir de ‘ha’ demeden hayran olan, her şeye el atan, gördüğüne âşık, görmediğine bulaşık bir yanımız da çeker, sürükler bizi.
Sevmenin de bir ölçüsü var mı? Helali-haramı var mı? Ne kitaplarda, ne de romanlarda bulamadık. Filmlerde de cevabı yoktu. Şarkılar, türküler mi dediniz? Tuzlu bir denizdi… İçtikçe susatan tuzlu bir deniz... Susuzluğumuzu gideremedi hiçbir şey…
Ne kadar şaşkındır bu durumdaki bir gencin yüreği. Doğru ile yanlış arasında mekik dokur. Sorular kemirir içini. Sevmenin de bir ölçüsü, helali-haramı var mıdır? Yoksa aşk, başa bir belâ mıdır?
Kimsenin hâlimize bakıp, aldırdığı yok tabii.
Hâlden anlayan anneyi ya da babayı, gönlünün açılabileceği, derdini dillendireceği bir ağabeyi, bir ablayı ya da bir yakın dostu çok arar insan o sıralar.
Ruhumuza yabancı birtakım sesler, “Bu kalp senin değil mi? İstediğini seveceksin.” derler. “Bu hayat senin değil mi? İstediğin gibi yaşayacaksın. Hayatına hiç kimse karışamaz…” derler. Birtakım aklıevveller, nefsimizi coşturtan nice sözler söylerler. Hey gidi günler, hey… Buldular ya bir garip şaşkını, hırpalayıp dururlar aşkını.
O yıllarda bu gelgitleri sanırım hepimiz yaşadık. Ve karşımıza, adam gibi bir adam çıkıp da, bu duyguların niçin verildiğini, bunları nerede ve nasıl kullanmamız gerektiğini maalesef söylemedi bize. Yalnızdık... Bir rehber yoktu, bir yol gösterici bulamadık. Delicesine sevdik, duygularımızın peşinden sürüklendik. Aşklara, dahası kara sevdalara tutulduk. Yediğimizi, içtiğimizi unuttuk. Günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğinden habersiz yaşadık. Arşınladığımız sokakların sayısını da unuttuk. Biz de geçtik o yollardan, biz de yaşadık o duyguları.
Hani bir şarkı vardı, hatırlarsınız:
“Biz de tozpembe görürdük dünyayı on sekiz yaşımızda.” Evet, tam da böyleydik işte.
Efsunlu, cazibeli bir ortam bu. Yolu aşka uğramayan, kalbi sevgiden geçmeyen bilemez. Her şey hem bellidir, hem de perdelidir.
Göz önündekini görmek kadar, zor bir şey yoktur.
Çok duyarız: “Sen hayatında hiç âşık oldun mu? Hiç birini sevdin mi?” diye sormaları, soruşturmaları. Bilinçaltına kazınır bu telkinler. Bir gün denemeye bile kalkarız. “Eh, madem yürek var, sevelim bari.” deriz.
Aşk, kaçırılmaması gereken fırsata dönüşür birden. Hatalar zincirleme gider.
Kolay değil! Sevmek yürek ister.
Kıyısından köşesinden aşkı tatmadan yine duramaz insan. Elimizi değdirmekle kalsak iyi. Elini veren, kolunu kaptırır. Aşk bir deli rüzgârdır. Bir dev dalgadır aşk; insanı içine çeker, götürür. Garip bir şey. Seven de memnun görünür. Dilinden içli bir şarkı dökülür:
“Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime…”
Kalbin gıdası sevmekledir. Ama kimi ve neyi?
Gençlerin elinde, aşkın çekim gücüne karşı koyacak ve duygularını frenleyecek güçleri de yoktur o yıllar.
Kimseye söylemeden, uzaktan uzağa ve kalpten sevmek, belki de en doğrusu ve duyguların en masumudur. Yaklaştıkça, sevdiğini yakından tanıdıkça, aşkın içine aşktan başka her şey girince, sırrı bozulur, tadı kaçar aşkın.
Kalbimiz bir şeylerin yanlış gittiğini hisseder ama ne olduğunu da tam anlayamaz. Vicdanın ilk uyarısı kalbe bu sırada ulaşır: “Sevmenin sınırı buraya kadardır. Dikkat et, tehlikeli bölgedesin.”
…
Masum duygularla birbirini seven insanlara karşı dualarım vardı gençlik yıllarında. Onların mutlu olmalarını isterdim. Fakat nedense aynı yaş grubunun çok geçmeden birbirleriyle ters düştüğünü, o samimi havanın bozulup değiştiğini görecektim. İddialı sözler sarf edip, aşkta, sevgide aşırıya gidenlerin hesap edemedikleri bir şey vardı. Sanırım, Allah’ı darılttıklarının farkında değillerdi.
Bir söz vardır: “Ölüm günüyle, doğum günü şaşmaz insanın, bir de nikâh günü.” derdi. Hayatımızın bu üç ana direği, bu üç büyük sütun üzerinde yükseliyor. Aslında herkesi bekleyen bir nasip var ama kim bilir nerede? Ne zaman gerçekleşecek? Oysa insan çok aceleci. Nasibinden gayrısına el atıyor belki. Gülü koparayım derken, dikenler eline batıyor ve kanatıyor. Günahlar ruhunu karartıyor, sonra bir köşede oturup sessizce ağlıyor.
Bilirim, âşığa nasihat gerekmez. Çünkü yaptığını abes bilmez. Muhabbetin de gözü kördür. Sevdiğini gerçek yüzüyle görmez.
Aşk, ateşten gömlektir, giyene aşk olsun. Aşk bir deryadır, dalmayan bilmez, dalana aşk olsun.
Yine de aşksız ve şevksiz olmuyor.
Aşk başa beladır ama söyleyin, bu belaya düşmeyen var mıdır?
Aşkta ne vardır ve onda ne arar insan, sormalıdır bunu kendine.
Aranan bilinmezse, bulunan da bilinmez.
Aşk Allah’a giden yolda bir ümittir. Ümitsiz bir insanın kaybedecek nesi var? Nesi olacak? Sadece göğsünde bir nefesi var…
…
Bir çocuk nasıl ağlarsa, elinden alınan oyuncağının ardından, şimdi biz de öyle ağlar olduk o günleri tekrar anmaktan.
Misk kokusundan bellidir, âşık da sözünden ve gözünden.
Aşk ağlatır, dert söyletir. Gönül, buldu mu içini dökecek bir kafa dengini, neler der, kim bilir?
Aşkın ateşini gözyaşı söndürmüyor artık. Günümüzde aşkın sadece adı dolaşıyor dillerde. O eski aşklar ve âşıklar da yok artık.
Gönlüne sözü geçmez gençlerin. Ama siz onların gönlüne önyargısız ve hesapsızca, gerçek bir dost ve arkadaş oldukça, gözlerinin önündeki perdeyi de araladıkça, taşlar bir bir yerine oturur. Yürek, yürek olduğunu anlar. İnsan gerçek aşkı işte o zaman anlar. Gerçek dost, aşkın gerçek yüzünü gösterendir.
…
Aşk, şiddetli bir sevgidir. Fanî olan sevgililere yöneldiğinde, o aşk ya insanı acılar ve elemler içinde kıvrandırır ya da insanın sevdiğini zannettiği o fanî sevgili, kalbindeki o sonsuz sevginin fiyatına değmediği için, ebedî ve gerçek bir sevgiliyi arattırır. İşte o zaman, o mecazî aşk, yüzünü fanîlerden hakikî aşka çevirir.
Koyunlar, laleden, gülden ne anlar? Aşktan da anlasa anlasa ancak gerçek bir iman sahibi anlar. Aşk, bizi Allah’a götüren yolda bir araçtır. Araç amaca dönüşmemeli.
Hayat ve aşk yalnız bu dünya için değil ki… Bir de ötesi var. Onu da hesap etmeli.
Alın, daha güzel bir dünya kurun deseler, yapamayız. Allah ne yaratmışsa, böylesi güzeldir, yerli yerindedir her şey. Yeter ki onu bize hakkıyla tarif edeni olsun. Haram sevip yorulmaktan, hayal ülkesinde dolaşmaktansa, rüyada yaşamak daha güzeldir. Ondan da güzeli, o rüyadan uyanıp, kalbimizi ve sevgimizi yaratan ile, yani aşkı, Allah ile yaşamaktır. Aşk, Allah ile olursa aşktır. Aşk, Allah ile yaşanırsa aşktır. Yüreğiniz varsa, buyrun…
Sevmek yürek ister…
Herkese bir nasip var ama o nasip bizi nerede bekliyor, belli değil. Sevgideki nasip de, rızık gibi Allah’ın elinde. Her şeyde öyle değil mi?
Duaya yönelmeli, kendi hakkında en hayırlı nasip ve helali nerede ise, Allah’tan onu dilemeli, onu istemeli.
Ayet-i Kerime ne de güzel özetliyor her şeyi:
“Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara Suresi, 216)
Nazlı bir bebektir kalbimiz. Her istediğini vermek, her sevdiğinin peşinden gitmek yoruyor onu.
Siz de biliyorsunuz ama yine de bir hatırlatayım dedim. Dünya da, aşk da, her şey fanidir. Ama fani olduğu için güzel değildir, güzel yaratıldığı için güzeldir.
Aşkın da, sevginin de, güzelliğin de, dünyanın da kıymetini ancak ve ancak Allah aşkıyla yananlar anlayabilir. Aşk, Allah ile olursa aşktır. Allah için seven kalplere ihtiyaç vardır.
Yüreğiniz varsa buyrun.
Sevmek yürek ister…
Allah için sevmek yürek ister…
Allah için sevmek, koca bir yürek ister…