TR EN

Dil Seçin

Ara

Evrensel Bir Yürek: Bediüzzaman

Meşhur bir gerçektir: “Küçük boyutlular, kişilerle, ortalama olanlar, olaylarla, büyükler de fikirlerle meşgul olur.” Hayata, daima akıl ve fikir penceresinden bakmak, çok yüksek bir seviyedir.

Çünkü, hep ilmin, aklın ve düşüncenin penceresinden bakmak; hissiyattan sürekli sıyrılabilmeyi ve kendini aşmayı gerektirir.

Bu bakış açısını yakalamak ve ömür boyu sürdürmek, tabii ki çok zordur ve ancak yeryüzünün yıldızı olmuş büyüklere mahsus bir üstünlüktür.

Bu üstünlük, insana çok değerli özellikler kazandırır:

1. Bu sayede insan, şahsiyet yapmaktan, kimliklerle uğraşmaktan kurtulur. İnsanı ezerek, aşağılayarak, gıybet ederek kendini yüceltmeye asla tenezzül etmez.

2. Olayların peşinde sürüklenip gitmez. Tam tersine, olaylara yön verecek bir gücün temsilcisi olur.

3. Duygusallığın doğurduğu yanılgılardan kendisini kurtarır ve adaletli davranma prensibinden hiçbir şartta ayrılmaz. Hakk’ın hatırını daima her hatırdan üstün tutar. Devre, iktidara, hakim dünya görüşüne göre değişmez.

4. İnsanların bütününü yaratılışta bir eşi görür, kendisini herkesle eşitler. Her insanı, bir hazret-i insan adayı görür. Bu sebeple, gönlünü, her yerde, herkese, istisnasız açar; sevgiyle kanatlanır, şefkatle yaklaşır, merhametle kucaklar.

Örneği Peygamber Efendimiz olduğundan, düşmanlığı, acımak suretine dönmüştür.

En mühim düşmanı, nefsi ve şeytanıdır. Her olumsuzlukta, evvela hatayı kendinde arama irfanını gösterir. Hizmetin şerefi, sadece mürşidin değil, emek veren herkesindir. Aslında, hoca, mürşid, müceddid demek de doğru değildir. O sadece, talebelerinin bir ders arkadaşıdır. Namsız, nişansız, unvansız olmayı yeğler; elinin öpülmesini bile istemez. Çünkü, Allah ve ahiret imanı, ona kendini aşma iradesi kazandırmıştır.

5. Şiarı, adanmışlık ruhu taşımak ve başkasının günahına ağlamaktır. “Bu milletin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım; çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül, gülistan olur.” diyebilen bir yürektir.

6. Yansıttığı güzellikleri asla sahiplenmez. Hiçbir başarısını kendisinden bilmez. “Eksik, noksan, hata, günah nefisten; fazilet, güzellik, üstünlük Allah’tandır.”

7. Bu fani dünyanın zevklerine, keyiflerine, ücretlerine hiç tenezzül etmez. Bütün dünyası, kendi gücüyle taşıyabildiği kadardır. Bazen bir heybede, bazen bir sepete sığacak şekilde, elindedir dünyalığı; asla kalbinde değil… Bu bakımdan, dünyalarına ortak olacak korkusuyla titreyenlere, ömrünün sonunda şöyle seslenir:

“Seksen yıllık ömrümde, dünya zevki namına hiçbir şey bilmiyorum!”

Bu kazanımların sonunda, ortaya, sıradan ve sürüden olmaktan çok uzak, muhteşem bir kimlik ve kişilik çıkar. Bu muhteşem karakter, kendi canına kastedenlere bile acıyan ve Cehennem’e layık görmeyen; bu yüzden, onların günahlarına da ağlayan bir karakterdir… 

Tamamen yerli, inancına bütünüyle sadık, evrensel bir yürektir. Kendisini yeryüzünün hepsinden sorumlu tutan bir muazzam vicdan… Etki gücü, sadece içinden gelir. Zira, normal bir insanın gücünü çok aşacak bir gayretle, dikkatle, titizlikle, takvaya sarılır. İç dünyasından, gözünü ve gönlünü hiç çekmez. İbadet hayatında, hep en zoru yaşatır nefsine… Fakat, aynı zamanda, köşe bucak dış dünyaya bakar; ufku çok geniştir, “Her yerde olmadan, bir yerde olunamayacağını bilir.” 

Kendisini bütün yeryüzünden sorumlu tutan vicdan, bir yandan Vatikan’a, diğer yandan Patrikhane’ye, öte yandan Japon Başkumandanı’na ulaşma gayretindedir. Ayrım, gayrım yoktur, insan olmak itibariyle, tüm insanlardan mesuldür.

Dünyası ve ahireti Cehennem olmuş herkes için gözyaşı vardır.

İslam, “İnsaniyet-i kübradır.” Dolayısıyla, bu en geniş ve kapsamlı insanlık olan “İslam’a inen darbelerin, en evvel kendi kalbine indiğini hisseder.”

O muhteşem merhamet, bütün insanlığı kucaklar; sevmeyeni de sever. İyilik, hayır, doğruluk nerede, kimde, nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, sevinir, sahiplenir, mutlu olur.

Mesela, gökyüzündeki uçağa bakar ve “Nev’imle iftihar ediyorum.” der. Bu duygu, bütün hümanizm iddialarını utandıracak bir derinliktir.

Görmezden gelinir, üstelik itham ve iftiralarla üstü örtülür. Olduğunun ve maksadının tam tersine gösterilir… Uzattığı dostluk eli, etkili ve yetkili zevatça, her dönemde havada bırakılır. Ancak, geniş halk kitleleri, o mübarek ele yapışır.

Anadolu’nun mazlum, mağdur, halkı, onun etrafında halkalanır. Kitabın gündemde olmadığı zamanda, kitapları okunur. Dahası, yüz binlerce nüshası, köylerde, gizli, kaçak ve tek tek yazılır… Bu eğitim seferberliğinin kahramanları, karakollarda, mahkeme kapılarında, hapishanelerde, süründürülür. Akla ziyan baskılar altında tutulur, bir sapık akım mensubu gibi farzedilip, hep gözetlenir, sakıncalı vatandaşlar arasında sayılır, birlikte kitap okumaları dahi, bir yasaklı ayin sayılarak baskınlara uğratılır. Bir yanda, yürekten ibaret bir topluluk; diğer yanda dinsizliği esas almış derin devletin Nemrutça zulmü…

Sonunda Kitap galip gelir. İman vicdansızlığı yener. Mana maddeyi alteder.

Kitabı, tek kitabın sesi, soluğu, manasıydı. Kur’anî sesleniş, “Ey insan!” demeyi gerektirirdi. Hangi cins, çeşit ve etnik kökten gelirse gelsin, temel mesele, insanı, Hz. İnsan makamına çıkarmaya çalışmaktı. İnsan olan herkes eşitti gözünde…

Evrensel yürek, daima tez oldu; anti tez durumuna hiç gelmedi. Hep fikir, teklif, proje sundu insan üstüne…

Mahkumken bile hâkimdi. En ağır şartlarda dahi, ezilmiş, pes etmiş, taviz vermiş haline rastlanmadı.

Aksi kutbun dünya çapındaki temsilcileri, ne isimleri, ne de menfi fikirleriyle eserlerinde yer alamadı. Mesela, ne Marks, ne Freud, ne Stalin, ne Lenin vardır, binlerce sayfasında…

“Bâtılı iyice tasvir, safi zihinleri saptırır” dedi. Hiç bir şekilde, yanlışın ve yanlışçının reklamını yapmadı.

Hedefi, kutsaldı, hayati idi, uhrevi idi, çok kapsamlıydı; maddenin, siyasetin, şan şöhretin çok üstünde ve ötesindeydi. Bir ömür, sadece, “İMAN HİZMETİ” dedi.

Hiçbir zorluk, hapis, hakaret, işkence ve zehirleme, onu hedefinden saptıramadı.

Önemli olan hedefine yürümesiydi. Bu ulvi ve kutsal hedef için, her fedakarlık azdı. Varsın gizli din düşmanları, zındıklıklarını artırsınlardı. Dava yürüyorsa, bunun ne önemi vardı. Bu yolda, sadece “Dünyasını değil, ahiretini de feda edecek kahramanlar” gerekti.

Bu yüzden, engelcilere beddua bile etmez, hidayete erip kurtulmalarını isterdi. En azgınlarından bile intikam almayı asla düşünmedi. Talebelerine de “Müsbet hareket etmeyi”, her türlü şiddetten uzak durmayı vasiyet ederdi.

İntikam duygusu, sıradan ve sürüden olanlara yaraşırdı. Şiddete başvurmak ise, ilimsizlik, fikirsizlik ve acizlikti.

Oysa ki, fikri olan, konuşur, açıklar, yazar, anlatırdı. Zaten, “Medenileri ikna etmek” gerekir; icbar ile hakikat asla kabul ettirilemezdi.

Yolunun hak oluşu, her zorluğa karşı gösterdiği sarsılmaz sebatından ve geleceğe dair, şeksiz, şüphesiz ümidinden belliydi. Vefatından bile ümide yollar açıyor, “Ölümüm, hayatımdan fazla imana hizmete vesile olacaktır.” diyordu.

Barla sürgününde, yazmaktan yorulan ve “Üstad, bu dağ başında sen söylüyorsun, ben yazıyorum… Ne işe yarayacak bu sayfalar?” diyen kâtibine, “Bir zaman gelecek, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım.” cevabını veriyordu.

İmanın istikbalinden böylesine emindi.

Bu istikbal için, İkinci Dünya Savaşı dahil, hiçbir olay, onu meşgul edemiyor, mesaisini çalamıyordu. Bütün himmetini, davasına harcıyor, “Yüz elim de olsa, ancak nura yeter.” diyordu.

Bir elinde nur, diğerinde de topuz tutanlara katılmıyor, “Herkese lazım olan bir imanın hizmetinde bulunan, asla ürkütücü, korkutucu, itici, dışlayıcı olmamalıdır.” fikrini işliyordu.

Aslında, kaba, katı, acımasız bir karşıtlığın mağduru olarak, bu prensibi uygulamak ne kadar zordu!

İşte bütün bir ömür, bu zoru başaran bir evrensel bilgenin adı Bediüzzaman’dır… 

“Haklı olan insaflıdır.” diyordu. Sadece demiyor; insana, hayvana, hatta cansız varlıklara da, insaflı davranışında insanı hayrete ve hayranlığa düşürüyordu.

Onun eseri kadar çok yargılanan, beraat ettiği halde, tekrar yargılanan ve bu konuda bir dünya rekoru kıran başka bir eser yoktu.

Bu insafsızlık karşısında da, asla insafı elden bırakmamıştı.

Haksızlık karşısındaki tavrı, cidden çok enteresandır. Mesela, mahkemelerin, davasını duyurmaya vesile olduğunu, bu bakımdan da, şerden fazla hayır olduğunu kabul ederdi. Ve o mahkemelerin adaletsiz yetkilileri için de, “İmanlarını kurtarmaları şartıyla, hakkını helal edeceğini” söylerdi.

Kendisini idamla yargılayanlara, hatta zehirleyerek öldürmeye teşebbüs edenlere, eseri hakkında yalan yanlış bilirkişi raporu yazanlara, iman şartıyla, hakkını helal eden bir yürekti…

Hürmetten sıkılan, iltifattan rahatsız olan, övgü dolu unvanlara ise hiç iltifat etmeyen bir yürek…

Bütün bu özelliklerini, Kur’an’dan ve Güzeller Güzeli Efendimiz’den alan, has ve halis bir talebesi ve evladı olan bir yürek…  

Hayatı eseri, eseri de hayatı olan bir yürek…

Sözü ile özü, fikri ile eylemi, teorisi ile pratiği yüzde yüz örtüşen bir yürek.

Hayatını sansürsüz anlatabilecek bir doğruluk, dürüstlük ve yalansızlık abidesi…

Gücü, kuvveti, samimiyetinde ve ihlasında idi.

Sadece, iyi insan ve mükemmel Müslüman olarak yaşamanın ve gerçekten dava adamı olmanın şartlarını öğretirdi…

Hâlâ da öğretiyor, eğitiyor, özüne ve kendine dönüşü gerçekleştiriyor…