TR EN

Dil Seçin

Ara

Zirve Bir Şahsiyet: Bediüzzaman

Bir şahsiyetin kuvveti ve karakterinin gücü, baskı ve tazyikler karşısındaki tutumuyla ortaya çıkar. Nice kimseler vardır ki, ne kadar üstün değerlere inansalar da, belli oranda bir baskıyla karşılaştıklarında, çizgilerinde en hafifinden en şiddetlisine kadar çeşitli ölçülerde yalpalamalar ve değişiklikler meydana gelir. Hatta nefse yönelen tehditlerin zaman zaman o kimselerin sessiz sedasız köşelerine çekilmeleriyle sonuçlanabilmesi de, tarihte sıkça rastlanılan hadiselerdendir.

Bu açıdan bakıldığında, Büyük Üstadımız Bediüzzaman Said Nuri Hazretleri, Ali Ulvi Kurucu’nun da ifade ettiği gibi, “bitmez ve tükenmez bir sabır, çelikten bir irade, eğilmez bir baş, boğulmaz bir ses ve kısılmaz bir nefestir!

Ömrünün en başından en sonuna kadar, baskı, tehdit, zehirleme ve hatta işkencelere karşı hiçbir zaman inandığı doğruları söylemekten ve bunları yaşama azminden vazgeçmemiştir. Üstelik, yaşadığı yıllar, bu coğrafyada ve genel olarak dünyada yaşanan en çalkantılı yıllardır. Önce Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından, iki büyük dünya savaşı yaşanmıştır. Milyonlarca insan ölmüş, dünyalar bir anda hallaç pamuğu gibi atılmış ve yerlerini yenisine devretmiştir. Yönetimler, anlayışlar, alışkanlıklar sıklıkla ve çoğu zaman hangi yönde gelişeceği kestirilemeden değişime uğramıştır.

İşte bu kadar çalkantı ve kafa karışıklıklarının yaşandığı dönemlerden Bediüzzaman, ömrünün varış çizgisine elinde Risale-i Nur adlı gerçekten çevresine nur saçan ve sırat-ı müstakim olan bir eser ve ne demek istediğini anlayan ve kabul eden milyonlarla birlikte gelmiştir.

Üstelik, ne bu eser ne de milyonlar, hükümetle çatışma yaşayan bir muhalif çizgide görüleceği türden, kendisine haksız övgüler düzerken, kendisinden başkalarına kin ve nefret temelinde oluşturulan bir tavır da geliştirmemiştir. Buradaki şahsiyet olgunluğu, zaten, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un böyle bir çizgiden beri olduğunu ve temel karakterleri muhalif olmak olan ideolojilerle uzaktan yakından bir akrabalığının bulunmadığını göstermesi açısından önemlidir.

Aslında, Üstad Hazretlerinin ne kadar büyük bir şahsiyet sahibi olduğu, çocukluk yıllarından itibaren hayatının her döneminde görülebilecek numunelerle kendini belli etmiştir. Mesela daha 7-8 yaşlarında küçük bir çocuk iken klasik medrese eğitimine yaptığı itiraz, akıl alır gibi değildir. O yaştaki bir çocuğun kendisine sunulan eğitim metodunu beğenmeyip başka bir yol ve usul takip etmesi ve bunda isabet kaydetmesi, olsa olsa bir deha özelliğidir. Bilindiği gibi, klasik medrese eğitimi, o dönemlerde orijinal metinlere yazılan şerhler dolayısıyla bir ezber ve aktarım çizgisine kaymış ve ilim ehli arasında taklidî fikirler yaygınlaşmıştı.

Bediüzzaman gibi eşsiz bir deha, bu tarz bir eğitime rıza gösteremezdi. Nitekim, o zihnini çok fazla dağıtmadan kendi başına ‘esas kaynaklar’ üzerinde mesaisini harcadı ve sorgulama ve müdakkik bakışı, Batılı tabirle “eleştirel aklı” hiçbir zaman terketmedi.

Üstad Hazretlerinin bu tercihinde, onun şahsiyetinde önemli bir eksen olduğunu düşündüğüm “aynı zamanda hem hafızasının hem de aklının çok güçlü olmasının” payı büyüktü. Bu özelliği, Rabbinin ona büyük bir ikramıydı. Zira genellikle insanlarda ya hafıza güçlü olur ya da zeka. Ve bu iki halin de kendine has sonuçları olur.

Hafızası güçlü olan kişiler, geleneğin taşıyıcısı rolünü üstlenirken, modern çağ ve geleceği kavramakta zorlanırlar. Buna karşılık, zekası güçlü olan kişiler de, modern çağı ve geleceği iyi okurken, geleneği yeterince kuşatamazlar.

Oysa, hakikatin tam ortaya çıkartılması ve “eski” ile “yeni” arasında makul bir uzlaşı sağlanabilmesi için, bu ikisinin işbirliği yapması şarttır.

Bu bilgiyi yedeğimize alıp Üstad Hazretlerinin yaşadığı yıllara baktığımızda, Osmanlının son dönemlerinde bir anlamda geleneğin kemikleştiğini, Cumhuriyetle birlikte ise tam bir gelenek karşıtlığının hüküm sürdüğünü görüyoruz. Bunun anlamı, tarihin o bölümünde gelenek ile modern arasında bir uzlaşmaya varmanın çok zor, neredeyse imkânsız olduğu; bu yönde yapılacak girişimlerin önüne de büyük engellerin konacağıdır. Nitekim, Üstad Hazretlerinin bu tarihlerden sonra ömrünün kalan kısmının çok büyük zorluklar içerisinde geçmesinin bir izahı budur.

Fakat o, hikmeti çağları aşan Kur’an-ı Kerim’den ilhamen aldığı nefesi, yazdığı risalelerle çağına sunmayı başarmış müstesna bir şahsiyet, bir Kur’an hizmetkârıdır. Gelenek ve modern ayrımı, onun çağlarüstü Kur’anî bakışı içinde eriyip gitmiştir. Böylece zamanın pek çok aliminin düştüğü kuru gelenekçilik tuzağına düşmemiştir. Geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz manzara, açıkçası, Rahman-ı Rahimin bir Kur’an hizmetkârı olarak vazifelendirdiği kuluna hem hafıza hem zeka yönünden lütfunu esirgememiş olduğudur.

Az önce zikrettiğim “vazifelendirme” tanımı, belki bazılarına abartılı bir ifade olarak gelebilir. Lakin, Üstad Hazretlerinin tarihçe-i hayatına baktığımızda bu tanımlamayı doğru çıkaracak pek çok örneğe rastlayabiliyoruz. Söz gelimi, Üstad çocuk yaşta birisi için çok büyük manalara sahip rüyalar görmüştür. Onlardan birinde, Ağrı Dağı büyük bir gürültüyle patlar. Kendisi de altındadır. Patlama sonrasına dağlar gibi parçalar dünyanın her tarafına dağılır. Derken mühim bir zat ona “İ’câz-ı Kurân’ı beyan et.” diye emreder. Uyanınca anlar ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddinin fevkinde olarak, kendisinin namzet olduğunu anlar.

Herhalde ancak böylesine büyük bir gaye ve maksat, Üstad Hazretlerinin çelikten iradesini, yılmaz karakterini ve zirve şahsiyetini izah edebilir. Günümüz psikoloji ilminin de söylediği gibi, şahsiyet, gayenin büyüklüğü oranında yükselir. Bediüzzamanın da bu prensibe uygun olarak çok yüksek gaye ve maksadı vardı.

Üstad Hazretlerinin Rabbani terbiye ile çok önemli bir vazifeye hazırlandığının çarpıcı unsurlarından biri de, hiç kuşkusuz, onun riyazeti idi. Bu riyazet ve ona paralel olarak iktisat ve kanaatkârlığı, hem onun halka el açmasına lüzum bırakmamış, hem de başına gelecek büyük musibetlere hazırlık hükmüne geçmiştir.

Daha 15 yaşında tam riyazete girmişti. Düşüncenin açılmasına yararlı olacağı inancı ile giderek ekmeği de terkedip bir parça et ile yaşamaya çalışmıştır. Ardından söz orucuna girmiş ve Molla Ahmet Hanın türbesine kapanmış, geceleri de oradan çıkmamıştır. Sevgili Peygamberimizin (asm) Hira’da yaptığı, İmam Gazali gibi büyük İslam alimlerinin yaptığı gibi, o da kapalı bir mekanda fütüvvet döneminden evvel sıkı bir ruh ve zihin terbiyesi yaşamıştır. Bu terbiye hazırlığı iledir ki, Üstad Hazretleri, Rusya’da esaret, sonra kendi ülkesinde çeşitli vilayetlerde gözaltı, sonra hapishaneler olmak üzere hayatının büyük bölümünü kendi arzusu hilafına geçirdiği “dört duvar” arasında akıl ve ruh sağlığını kaybetmeden yaşama sabrı ve mukavemetini kazanmıştır.

Burada etkili olan bir diğer faktör de, bir peygamber mesleği olarak dünyadan nasibini tek eliyle kaldırabilme düsturuna hayatının her safhasında uymuş olmasıdır. Böylece arkasında düşüneceği bir menfaat nesnesi bırakmadığı gibi, davasına iliştirebilecek menfaat ithamlarının da önünü kesmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin yüksek şahsiyeti elbette burada bahsedilenlerin çok ötelerine uzanır. Vefatının 49. yıldönümünde Onu Kur’an’a yapmış olduğu hizmetkârlığı ve bize bıraktığı yüce mirastan ötürü takdirlerle anıyor, Rahman’dan kendisine sonsuz rahmetini esirgememesini niyaz ediyoruz.