TR EN

Dil Seçin

Ara

Yaratılış Çekirdeği ve Meyvesine Kur'anî Bir Bakış

Yaratılış Çekirdeği ve Meyvesine Kur'anî Bir Bakış

Kainat her geçen gün genişleyip büyüdüğüne göre, elbetteki, dün daha küçüktü… Milyarlar yıl önceydi. Henüz Güneş yok, Dünya ve gezegenler ortalıkta gözükmüyordu… Galaksiler ve galaksiler arasındaki “uzay” birbirine yakın hatta bitişik haldeydi. Daha da önceki dönemlere gidildiğinde hiçbir genişlemenin olmadığı bir “zaman aralığı” çıkıyordu karşımıza. İşte bu kainatın ilk doğduğu an olmalıydı.

Bir noktadan sonra daha da öteye gidildi. Öyle ki “yaratılıştan” hemen önceki zamana varılıyordu; yaratılış çekirdeği denilebilecek madde ve fiziki kanunlarla açıklanamaz bir noktaya varılıyordu. “Belirsiz ve tarifsiz” durumlarla, metafizik bir özle, yani nurani bir mahiyetle karşılaşılmıştı. Bu noktadan öteye bilimin öne süreceği teori ve hipotez de kalmamıştı. 

 “Cenâb-ı Allah, âlemi benim nurumdan yarattı” buyuran Hz. Peygamber’in (asm) nuru o çekirdek içinde gizli olmalıydı. Ya da O çekirdek O nurdan ibaretti.

Kainat bir çekirdekti bir zamanlar. Big Bang ile çatladı filizlendi. Yıldızlarla galaksilerle dal budak saldı muhteşem bir ağaç oldu. O muhteşem ağaç, Big Bang’dan milyarlar yıl sonra bir gün geldi ve en mükemmel meyvesine ulaştı: Dünya.

Dünya da bir çekirdek oldu ve ardından ağaç… Milyarlarca yıl boyunca, her şeyde eseri ile kendini gösteren bir Sani-i Zülcelal’in kudret ve hikmetiyle şekilden şekle girdi. Eksikleri fazlaları giderildi. Tekamül safhaları hedefine vardı. Son derece hassas plan ve programa ihtiyaç gösteren safhalardan geçerek, sonunda “hayat” meyvesine durdu.

Hayat da bir çekirdek oldu. Gezegenin karalarını ve denizlerini, yerin altını ve üstünü her tarafa yayıldı. Binlerce, milyonlarca, milyarlarca meyveler verdi. Nihayet hayat ağacı da bir gün en mükemmel meyvesine durdu. Yeryüzüne insan ayak bastı. 

Kâinatın bütün güzelliklerini kendisinde topladı bu meyve. Küçücük bir varlıktı insan, ama üzerindeki sanat kâinattan daha büyüktü. Kainat ağacının en cemiyetli ve keyfiyetli meyvesi olduğunu yaratılan her şeyle olan alakasıyla da belli ediyordu. Çünkü bütün kâinatta tecellî eden ilâhî isimlerin en güzel parıltıları onda yoğunlaşmış görünüyordu. Işığıyla Güneş’e, yerçekimiyle arza (dünyaya) bağlıydı o meyve. Ciğerleri havayla alışverişteydi. Güneş ona, Ay ona çalışıyordu. Çiçekler onun için süslenmişti… Yeryüzü dizi dizi sofraydı, onun için donatılmıştı. Şu görünen âlem, bedeninin imdadına durmadan koşarken, bedeni de her an ruhuna hizmet ediyordu. Üstelik o meyvenin kâinatın en anlamlı meyvesi olduğu şuradan belli idi ki, diğer meyveler onunla anlam kazanıyor, ona hizmet ediyorlardı. 

İnsan dünyaya gelince bu çekirdeklerin ve o çekirdeklerden çıkan ağaçların en büyük ve en önemli meyvesinin ne olduğu daha iyi anlaşıldı. 

Ve nihayet insan nev’i de bir çekirdek oldu. O çekirdek her türlü kemalata ve güzel ahlaka menşe olacak mahiyeti ile, her sanat ve hüneri öğrenebilecek yetenekleri ile binlerce çekirdeği içinde toplayan bir cami çekirdekti… 

İnsan çekirdeği meyve halini alınca bütün ihtişamıyla üzerimizde boy gösteren Gök kubbeyi ve yer yüzünü bir kitap gibi okuyor, mütalâa ediyor, ondaki sırları çözüyordu. Kâinat kitabı insanla anlamını bulunuyor ve onunla mana kazanıyordu. Zira bir kitaptı kâinat, okunup manası bilinecekti. Harika sanatları ile bir fuar; dizi dizi sofraları ile bir nimetler sarayı idi âlem. Eserlerin ve nimetlerin sahibi tanınıp, tanıttırılacaktı. Ona (cc) olan minnettarlık ve iştiyak, ibadet suretinde gösterilecekti. Bunu da en güzel insan yapabilirdi.

Bir ağaç gibi yaratılmıştı evren. O ağaç bigbang denilen büyük patlama ile filiz vermeye başladı. Şekilden şekle ulaşarak bugüne geldi. Kâinata çekirdek olan nurun Hz. Peygamberin (asm) nuru olduğunu bildirmişti Âlemin sahibi. Öyle bir çekirdek ki, madde âleminden başka diğer âlemlerin numunesini ve esaslarını da içine almıştı. Binler muhtelif âlemleri içine alan kâinatın asli çekirdeği ve menşei kuru bir madde olamazdı çünkü. 

Madem kainat ağacından daha evvel, o türden başka ağaç yoktu. Öyle ise, ona kök ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine kâinat ağacında bir meyve elbisesinin giydirilmesi, yine Hakîm isminin gereğiydi.

Kâinatın İlâhî ilimdeki ilk özetine, fizik âleme çıkışındaki o çekirdek varlığa “Nur-u Muhammedî” denildi. Kâinat kitabını okumada, Allah’ı bilmede, Ona hamd ve tesbih etmede, duada yarış içindeydi insanlar. Birisi vardı ki bu bu yarışta mesafeyi açmış, hayal bile edilemeyecek ileri bir noktaya varmıştı. Yaratılış vazifesini idrak ve ifada marifet yolunda koşan tüm insanların aldığı mesafe üst üst toplansaydı yine Onun aldığı mesafeye yetişemezdi. O Muhammed (asm) idi. Bütün İlâhî isimlerin en ileri mertebesine, O (asm) mahzar olmuştu. Diğer varlıkların yaptıkları bütün ibadetler, erdikleri bütün marifetler ve zevk ettikleri bütün muhabbetler onun yanında ancak bir gölge gibi kalıyordu. Demek ki âlemin yaratılışından gayeyi tüm diğer insanlar adına tek başına temsil eden bir zirveye yükselmişti O.

Onun için Âlemin Sahibi “Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım” buyurdu. 

O ilk yaratılışta Hz. Peygambere ait ruhun ulviyeti, parlaklığı ve berraklığı diğer bütün mahiyetleri âdeta gölgede bırakmıştı. Öyleyse kâinata menşe olan ilk yaratılış tohumu ve çekirdeği Nur-u Muhammedî idi. Kâinatın yaratılmasında asıl gaye ve amaç insan ise, insan denilince akla gelen “gerçek insan” Hz Muhammed (asm) idi.