TR EN

Dil Seçin

Ara

Anız Yakanlar Bu Yazıyı Okusun!

Şu sıralar okul kantinine sıkça uğruyorum. Kantinin işletmeciliğini yeni birileri almış. Çayları güzel, belki de bugüne kadar içtiğim kantin çaylarının en güzeli. Burada çalışanlardan birisi de neredeyse altmış yaşlarında, çay servisini o yapıyor. Amca bu iş için biraz yaşlı gibi, üstelik bir ayağı da aksıyor. Ama kendisinden şikâyet edeni görmedim. Birkaç yıl önce motosiklet kazası geçirmiş. Bacağının tedavisi de uzun sürmüş. Hastaneden hiç sıkılmadığını, hatta o günlerin çok faydalı da olduğunu, çünkü geçmişini sorgulama imkânı bulduğunu söyledi. Sesi kısık ve titrekti. Geçmiş günlerindeki bir hatırasını anlatmaya başladı.

“Çiftlikte çalışıyordum. Bilirsin böyle yerlerde çalışanlara “bekâr” derler. Ağa ne iş verirse onu yaparsın. Bir gün ağa beni çağırdı. Anız yakmak zamanıymış. Git tarladaki anızları yak, dedi. Hazırlık yapmama gerek yoktu. Ama yine de yanımdan ayırmadığım çakmağımı kontrol etme ihtiyacı duydum. Öğleden sonra tarladaydım. Geniş bir alanı seçtim. İşi çabuk bitirmek istiyordum. Büyükçe bir daire olacak şekilde otları tutuşturmaya başladım. Bunu bana kimin öğrettiğini de bilmiyorum. Çizdiğim dairenin üzerindeki otları topluyor ve ortaya atıyordum. Tam bir ateş çemberi olmuştu. Yanan otları seyre dalmıştım. Ateşin sıcaklığını hissetmeyecek kadar da uzaklaştım. Başımı, Güneş’in yakıcı sıcağından fötr şapkam koruyordu.

Çocukluğumda da ateş yakar, onu büyük bir zevkle izlerdim. Sanki yine çocukluğumu yaşıyordum. Ancak bu defa yaktığım ateş büyüktü ve bu iş daha keyifli olacaktı. O ara bir tarla faresinin ateşten kaçtığını ve ateş çemberinin ortasına doğru koştuğunu gördüm. Hayvan durmadan koşuyor, her defasında da karşısına ateş çıkıyor ve bir türlü dışarıya çıkamıyordu. Sonunda orta yere pustu ve bekledi. Daha sonra tekrar etrafa bakmaya başladı. O ara beni fark etti ve bakışlarını bana kilitledi. Anladım ki bu bir imdat çağrısıydı. Farelerin ateşte yandığında patladıklarını duymuştum. Bizim fare de patlayacaktı ve oldukça büyüktü. Ben de anlatacaktım kahvede bizim farenin ne müthiş patladığını. Ama bakışlar uzadıkça bir şeyler değişti, çok acıklı bakıyordu. Dayanamadım ve kendimi farenin yanında buldum. Fötr şapkamı yere koydum, fare hızla şapkamın içine girdi. Ben de şapkayı aldığım gibi ateş çemberinin dışına çıktım. Şapkayı yere bıraktığımda fare hızla uzaklaştı. Ancak biraz sonra döndü ve yine göz göze geldik. Bu defa farklı bakıyordu. Sanki gözlerinden sevinç ve minnettarlık okunuyordu. O da ne! Farenin gözlerinde yaş vardı. Ateşle olan arbededen mi, yoksa gerçekten ağlamış mıydı? İlk defa gözü yaşlı bir fare görüyordum. Hem de gözümün içine bakan bir fare. Acaba gözyaşlarıyla ateşi mi söndürecekti? diye mırıldandım. Sonra hızla yanıma geldi. Bacaklarımın arasında dolaştı, dolaştı. Sanki bana kendim kadar yakındı. Yanımdan birkaç adım ayrıldıktan sonra durdu ve o yaşlı gözlerle tekrar baktı. Daha sonrasını çok da hatırlamıyorum. Yaktığım ateşi söndürdüm mü? Yoksa oturup seyrettim mi bilmiyorum. Aklımda kalan sadece o yaşlı iki göz.”

Yaşlı amca anlatmaya devam ederek “Yazın yine ekinler biçilecek, anızlar yakılacak, bu nasıl bir iştir. Benim farem gibileri yine ağlayacak, belki de ölecekler. Acaba yıllardır bu ateş neden sönmez, söndürülmez.”

Dalmıştı, dışarı bakmaya başladı, hayali çok uzaklardaydı, belli ki defalarca fareyi ateş çemberinden kurtarıyordu. Bu hali beni de etkiledi. Yapılması gerekenin bu olmadığını fark ettim. Anlatırsak bu yanlışlıklar neden önlenmesin, dedim. Bir zamanlar atalarımız lambayı yak demekten bile çekinirlermiş de “lambayı uyandıralım” gibi sözler söylerlermiş. Göç eden leylekleri koruma vakıfları kurmuşlar. Sonra değişen ne olmuş da bitkileri, hayvanları yakar olmuşuz.

Tabiatta Yüce Yaratanın tesis ettiği bir denge vardır. Yangın bu dengeyi bozar. Anızları pullukla sürüp toprağa karıştırmak zahmetinden kurtulmak için insanlar anızları yakıyorlar. Halbuki kaş yapayım derken göz çıkardıklarının farkında değiller. Tarladaki anızlarla birlikte yanan sadece fareler değil binlerce küçük canlı, hepsinin de görevi var. Mikroorganizma diyorlar bunlara, toprağı toprak yapan da işte bu canlılar. Bunların ölmesiyle toprak da ölüyor.

Bilmem bilir misin? Toprak onlarca yıl susuz kalsa ölmez, oradaki mikroorganizmaların genetik şifreleri dondurulur ve bozulmadan saklanır. Su ile karşılaştıklarında burada tekrar hayat başlar. Ancak yangın farklı, ateşinin yetişebildiği yere kadar orada canlı bırakmaz. Yaşlı amca, “bu mikroorganizma dediğin kaç tane olur?” diye sordu. “Bilmiyorum,” dedim, “tane olarak söylenebilir mi? Topraktan bir avuç alsan, oradaki mikroorganizma sayısı en az yüz milyardır.” “Hocam, fareyi kurtardım diye teselli buluyordum! Meğer ne yapmışım ben, bilmeden! Bunları herkese anlatmalısın,” dedi.

“Dahası var” dedim, “toprağa düşen hiçbir şeye bu bakteriler ilgisiz kalmıyorlar, parçalayıp gübreye dönüştürüyorlar. Senin anız olarak söylediklerin aslında bıraksan gübre olacaklar.”

Önce haklısın der gibi başını salladı ve “bu dediklerin her şeyi anlatıyor” dedi, sonra da ekledi; “öncelikle insanların bunu duymak istemesi lâzım, acaba bu zamanda o insanlardan kaldı mı?” Ben de “vardır, neden olmasın” dedim. “Bu topraklar güzel insanları beslemiş, yine de besliyor, ümitsizlik olmaz. Hep beraber sorgulayabiliyorsak doğru ve güzel olanı mutlaka buluruz. Üstelik bizim insanlarımız merhametlidir, mutlaka bu sese kulak verecektir.”

“Hocam, orman yangınları ne olacak diye parladı. Biliyorsun anız yakmak orman yangınlarına da sebep oluyor.” “İstersen bu konuyu sonra konuşalım, derse gitmem gerekiyor,” dedim. Yanından ayrıldım.