TR EN

Dil Seçin

Ara

Bediüzzaman’ı Doğru Anlamak ve Demokratik Açılım – 1

Demokratik açılım konusu ülke gündeminde baş sırayı alırken bazı düşünürlerimiz konuya Risale-i Nur açısından yaklaşarak görüşlerini kamuoyuna sundular. Böyle bir ortamda, yanlış yorumlara girilmemesi ve Bediüzzaman’ın doğru anlaşılması için şahsî kanaatlerimi kısaca beyan etmeyi bir görev addettim.

Bediüzzaman Hazretleri, hayatının gayesini şu cümlede en veciz ve açık bir şekilde ortaya koymuştur:

“Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.” (Mektubat; 16. Mektub)

Bu zamanda “ehl-i dalalet ve haksızlığın (tesanüt sebebiyle) cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücum” etmesi (Yirminci Lem’a) Üstadı çok endişelendirir ve Eşref Edip Beyle yaptığı bir mülâkatta bu endişesini şöyle dile getirir:

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imânımı kurtarmaya koşuyorum.” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı)

İşte bu davasının tahakkuku ve kalplerde tahkikî imanın yerleşmesi için verdiği bir ömürlük mücadele ve mücahedesinin yanında onun bir başka gayesi daha vardı. Bunu kendisi bizzat şöyle açıklar:

Camiü’l-Ezher, Afrika’dan bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya, Afrika’dan ne kadar büyükse daha büyük bir darü’l-fünun da, ve bir İslâm üniversitesi de Asya’da lâzımdır, dedim. Ve felsefe-i fünun ile ulum-ı diniye birbiri ile barışsın ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet hakaiki ile tam müsellah etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese tam birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye. Vilayet-i Şarkinin merkezinde, hem Hindistan’ın, hem Arabistan’ın, hem İran’ın, hem Kafkasya’nın, hem Türkistan ortasında Medresetü’z-Zehra manasında Camiü’l-Ezher üslubunda bir darü’l-fünun, hem mektep, hem medrese olarak vücuda gelmesi için tam 55 senedir Risale-i Nurun hakikatine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. (Emirdağ Lahikası)

Bu üniversitenin ana gayesi, hem din, hem de fen ilimlerinde mütehassıs bilim adamları yetiştirmek olmakla birlikte, bir başka gayesi de yine Üstadın çok önemli bir hedefi olan İttihad-ı İslâm’a zemin hazırlamasıdır. Bu üniversitenin eğitim dili konusunda Arapça’nın vacip, Türkçe’nin lâzım, Kürtçe’nin de caiz olması gerektiğini ifade eder.

Üstadın İttihad-ı İslâm fikrini, bugünkü Avrupa birliği bir yönüyle kendi bünyesinde gerçekleştirmiş, bu ittihadın sağlayacağı faydalar konusunda bize de, doğrusu iyi bir örnek olmuştur. İttihatla iltihakı karıştırarak İttihad-ı İslâm’a karşı çıkanlara bu hal güzel bir cevaptır.

Yani, Üstadın nazara verdiği ittihad, her devletin kendi bütünlüğünü ve istiklâliyetini korumasıyla birlikte, ekonomik hedeflerin gerçekleşmesinde, asayişin temininde, gençliğin kötü alışkanlıklardan korunmasında ve benzeri birçok konuda ortak hareket etme manasınadır.

 

MENFİ MİLLİYET

Üstadımız menfi milliyet hakkında müstakil bir risale telif etmiştir. (Mektubat, 26. Mektub) Bu risalesinde şu noktaya da önemle dikkat çeker:

“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.”

Zaten Üstadın iman kurtarma davası, ırklar ötesi bir davadır. Bütün bir insanlık âlemine şamildir.

Miraçtan hediye getirilen Bakara Suresinin son ayetlerinin sonuncusunda şöyle bir niyaz cümlesi geçer:

“Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler kavmine karşı bize yardım et.”

Burada iman cephesindekiler bir kavim, küfür cephesindekiler ise başka bir kavim olarak nitelendirilmiş, her iki cephede de ırk kavramı arka planda kalmıştır.

Üstad Hazretleri, ırkçılığın İslâm ittifakına büyük zarar vereceği gibi, sair dinlerin tabilerinin de dostluklarını kazanmada önemli bir engel olduğu fikrindedir.

 

ŞEFKAT VE SEVGİ

Üstad Hazretleri, Nur Talebelerinin iman ve Kur’an hizmetinde takip etmeleri gereken yolu şu dört hatvede (adımda) özetlemiştir: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür.

Şefkat maddesinin konumuzla çok yakın ilgisi vardır.

Bütün insanlar kâinat ağacının meyveleridirler. Hepsi aynı havayı solumakta, aynı yer küresi üzerinde seyahat etmekte, aynı güneşle aydınlanmaktadırlar. Ve Kur’an-ı Kerim’de insanın “ahsen-i takvimde,” yani istidat ve kabiliyet yönünden bütün mahlûkları geride bırakan bir mükemmellikte yaratıldığı haber verilmektedir. Peygamberimiz bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmetin şefkatle çok yakın ilgisi vardır. Ve Kur’an-ı Kerîm bir kavme değil bütün bir insanlık âlemine rehber olmak üzere inzal edilmiştir.

Bütün insanların yaratıcısı olan Allah, insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını istemekte, yanlış yolda olanların ise şefkatle ikaz edilmesini emretmektedir.

Bu tebliğ hareketinin en son, en büyük ve en canlı örneği Peygamber Efendimizdir. O, dünyaya teşrif ettiğinde, Arap yarım adasında şirk hâkimdi. Kahir bir ekseriyet putlara tapıyorlardı. Ve O, bu putperest insanların ıslahına çalışıyordu. Peygamberimiz şirke düşenlere değil, şirke düşmandı; müşrikleri şirkten kurtarmaya çalışıyor, dinlemedikleri, kabul etmedikleri zaman, o eşsiz şefkatiyle aşırı derecede üzülüyordu. Allah, o puta tapan kullarını cehennem yolculuğundan kurtarıp, yönlerinin cennete çevrilmesi için en büyük peygamberini, Sevgili Habibini (asm) görevlendirmişti.

 

DEMOKRATİK AÇILIM, SEVGİ VE KARDEŞLİK

Allah’ın kullarının birlikte ve huzur içinde yaşamaları, birbirlerini dinlemeleri ve anlamaları için bu açılım bir fırsat olabilir mi?

Milletimiz ve memleketimiz hakkında hayırlı sonuçlar doğurmasını candan temenni ederiz. Bu konuda fikrî katkılarımız olabilecekse onu da basın ve yayın yoluyla yerine getiririz.

Sınırları daha da genişletilecek bir demokrasi ortamında Nur Talebelerine düşebilecek önemli bir görev de, her fikirden insana şefkatle yaklaşmak ve insanlar arasında sevginin, kardeşliğin tahakkukuna gayret etmek olacaktır.

Hepimiz aynı Allah’ın kullarıyız. Hepimiz kâinat ağacının meyveleriyiz. Ve hepimiz dünyanın dönmesiyle her gün ahirete doğru bir adım daha atan yolcularız.

Üstad Hazretleri, bir risalesinde “Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.” (Şualar, Onbirinci Şuâ) buyurur. Hepimiz bu ailenin saadeti için bir şeyler yapmalı, bunu engelleyen sebeplerin karşısına yine hep birlikte çıkmalıyız. Zira aynı gemide seyahat eden yolcular gibiyiz. Gemiye verilecek bir zarar hepimize dokunacaktır.

Üstad Hazretleri birlik ve beraberliğe çok önem vermiş ve telif ettiği “Uhuvvet Risalesinde” bu hususta şu önemli vurguları yapmıştır:

“...Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir-ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler, vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mümine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve itisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.” (Mektubat, 22. Mektub)

İhlas Risalesinde de “üç elif ittihat etmezse üç kıymeti var. Eğer sırr-ı adediyet ile ittihat etse yüz on bir kıymet alır” diyerek ittihattaki kuvveti çok güzel bir şekilde ortaya koymuştur.

İttihat etmemenin zararlarını ise yine Uhuvvet Risalesinde şöyle nazara vermiştir:

“Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz.” (Mektubat, 22. Mektub)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri henüz Nur Külliyatının telifine başlamadığı eski Said zamanında da birlik ve beraberliğe büyük önem vermiş; düşmanlarını “cehalet, zaruret ve ihtilaf” olarak açıklamış ve bu üç düşmana karşı “sanat, marifet ve ittifak” silahıyla cihat edilmesi gerektiğini beyan etmiştir.

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” (Tarihçe-i Hayat, Birinci kısım, İlk hayatı)