TR EN

Dil Seçin

Ara

Modern Hayat Bizi ‘Kalp’ten Vuruyor!

Modernizmden bahis açıldığında zihnimizde ilk çağrışım yapan iki kelime “hız ve haz” oluyor. İnsanoğluna bir yandan ihtiyaçlarının sınırsızlığı telkin edilirken, diğer yandan sınırlı kaynakların kullanımı noktasında kıyasıya rekabet körükleniyor. Modern insanın “daha fazlası”, “daha yenisi”, “daha pahalısı” derken sahip olmak uğrunda ömrünü tükettiği şeylerin ne kadarının gerçek anlamda ihtiyacı olduğunu sorgulayacak fırsatı da yok, durup düşünecek zamanı da. Çünkü o hep koşturmak zorunda. Bu arada medya ve reklam sektörü eliyle düşünceler, istekler ve ihtiyaçlar zaten şekillenmekte. İhtiyaçların karşılanması adı altında sürekli nefsanî isteklerinin tatminine yönelik bir hayat tarzı böylece süregelmekte.

Hazza endeksli bu hız koşusunun insanı çok erken yaşlarda hayat yorgunu yaptığı bir gerçek. Said Nursi’nin “Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu” şeklinde tarif ettiği bir hayat aslında içine doğduğumuz ve tutunmaya çalıştığımız. Bu hayat tarzı içinde zıtlıklar birbirini besleyerek, daha önemlisi fıtratına yabancılaştırılmış bireyden beslenerek çarklarını döndürüyor. İnsanlar bir yandan bu hayatın hızına yetişememekten dolayı muzdaripler, diğer yandan can sıkıntısı, stres ve depresyona varan ruhsal rahatsızlıklarla boğuşmaktalar. Görünürdeki hız ve hareketliliğin ardında ataletin beslendiğini de fark edemiyoruz çoğunlukla.

Hayatın hız kazanmasında “teknolojik imkânlar”ın dönüştürücü etkisi de önemli bir role sahip şüphesiz. Ulaşım, iletişim, üretim gibi makro düzeyden insanların gündelik hayatlarına ilişkin sıradan işlere kadar birçok alanda daha kısa sürede sonuç alınabiliyor. Annelerimizin haftanın bir gününü ayırdıkları çamaşır günleri artık geçmişte kaldı. Bir yerden bir yere gitmek söz konusu olduğunda otomobiller emrimizde. Yüksek katlı binalarda oturmak asansörü günlük hayatımızın bir parçası haline getirdi. Öyle ki sadece çıkarken değil, inerken dahi onu tercih eder olduk. Evlerde büyük küçük ev aletlerinin devreye girmesiyle işler neredeyse otomatiğe bağlanmış durumda. İşyerlerinde ise bilgi teknolojisinin sunduğu imkânlarla az çaba sarf ederek ve çoğunlukla saatlerce yerinden kalkma ihtiyacı duymadan yaşanan bir iş hayatı söz konusu. Bu şartlarda gittikçe zayıflayan vücut kaslarının formda kalması ve kiloların muhafazası için, hanımlar ve beyler ya soluğu aerobik salonlarında alıyor ya da son pazarlama teknikleriyle yapılan reklamlarla ikna olup evlerine kadar teslim kolaylığı gösterilen spor aletlerini satın alıp kendi hareket alanlarını oluşturuyorlar.

Bu hayatın içinde zıtlıklar iç içe geçiyor ve birbirinden besleniyor. Mesela, yeme içme alışkanlıklarımız hız nedeniyle “fast food”a kayarken, hareketsizliğin yol açtığı “obezite” hastalığı yaygınlaşıyor, gelecek nesillerin sağlığını tehdit eden bir husus haline geliyor. Cadde boyunca yürüdüğünüzde “fast food” dükkanlarının çokluğuna şaşırırken, yolunuz eczanelere düştüğünde sindirim şikayetlerinizi giderecek, en kısa sürede en fazla kilo vermenizi sağlayacak ilaç ve yöntemlerin boy boy reklamları ile karşılaşmak, insana “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtiyor.

Diğer yandan gündüz yayınlarında hanımlara her gün çeşit çeşit yemek tariflerinin yapılması nedeniyle televizyonun çoğu evde mutfaklarda konuşlandırılır hale geldiğine şahit oluyoruz. O tarif senin bu tarif benim derken tabaklar dolusu ikramlar hazırlanıp hanımlar arasında servis ediliyor. Ama öte yandan, rahat koltukların rehaveti daha da artırdığı bir ortamda en çok konuşulan konu “En etkili biçimde kilo vermenin yolları nedir?” sorusu oluyor. Dondurulmuş gıdaların ve renklendirici, tatlandırıcı, kıvam artırıcı gibi katkı maddelerinin kullanıldığı diğer hazır yiyeceklerin artık aile sofralarında bile tercih edilir hale gelmesi, beslenme rejimimizin ne kadar değiştiğinin göstergeleri. Bir zamanlar annelerin sınırlı imkânlarla az çeşitle donattığı ve ailece oturulan o sofralar, bugün  lezzetleri ve en çok da bereketleriyle hatırlanıyor.

Geçen gün rastgeldiğim bir haberde, okul kantini işleten şahsın gizli kameranın farkında olmadan söyledikleri de enteresan doğrusu. Haberde kantin işletmecisi, bazı annelerin okul beslenmesi için çocuklarına patates kızartmayacak kadar tembelleştiklerinden dem vuruyordu. Çocuklar evden getirdikleri kaplarla kantinden kızartılmış patates satın alıyorlardı. Çocuklarına defalarca kızdırılmış yağ kullanılarak hazırlanan patates kızartmalarını reva gören annelerin acaba hangi önemli meşguliyetleri onları patates kızartmaktan alıkoyuyordu? O andaki zaman kazancına aldanarak uzun vadede zarara maruz kalınacağı düşünülemiyor demek ki. Böyle bir tutum içinde olmak, insanı her alanda “şimdi ve burada”ya odaklayan modern hayatın tuzağına bir kez daha düşmek demek aslında.

Netice ne oluyor biliyor musunuz? Neticede kalp damar hastalıklarıyla erken yaşlarda boğuşmaya başlayan veya buna bağlı ölümlerle hayatı sonlanan zayıf bünyeli nesiller karşımıza dikiliveriyor. Önceki yıllarda kalp krizi dendiğinde yaşlı insanlar akla gelirken, günümüzde bir ilköğretim talebesinin okul bahçesinde koştururken veya bir gencin futbol oynarken kalp krizi geçirip öldüğüne dair haberleri ne kadar sık duyar olduk. Sadece bizde değil genel olarak modern hayat tarzının hakim olduğu ülkelerde kalple ilgili hastalıkların yaygınlığı çağımızın bir gerçeği. Mesela Amerika’da koroner kalp hastalığına bağlı ölümler hem erkeklerin hem kadınların birincil ölüm nedenini oluşturuyor. Türkiye’de kalp hastalıkları her yıl 160.000 kişinin hayatını kaybetmesine yol açarken, dünya çapında bu rakam 7.2 milyona ulaşıyor.

Buraya kadar sözünü ettiğimiz hususlar işin görünen boyutu. Modern hayatın manevî kalpleri hasta eden bir yönü var ki, bunun diğerine nazaran sonuçları çok daha vahim. Kalabalıklar içinde yalnızları oynamak, hız içinde atalete mahkûmiyet, sürekli koşturma ve rekabet halinin insan ruhuna verdiği yorgunluk, ödenmesi gereken fatura ve kredi kartı borçlarıyla artan stres, bir yandan gelecek endişesi diğer yandan geleceğe borçlanarak yürütülmeye çalışılan hayatların cenderesinde kalmışlık… Bunların hepsi insanın kendiyle ve çevresiyle ilişkilerinde gerginliğe yol açıyor ister istemez. Sevgisizlik temel bir kalp hastalığı olarak hayatımızın bir parçası oluveriyor.

Çünkü yaşanılan hayat, Rabbimizin el-Vedud isminin tecelligâhı ve sevginin mekanı olan yüreğin ihmali üzerine kurulu bir hayat. Fiyatını ödediği takdirde istediği her şeyi talep edebileceğini düşünen bu hayatın insanları sevgiye de ihtiyaç duyuyorlar ve talep ediyorlar haklı olarak. Fakat daha tasavvur aşamasında yanlışa düşülüyor. Sevgi, kendisine fiyat biçilecek bir meta değil. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın insanoğluna sunduğu eşsiz bir değer, ilahi bir lütuftur. Bu yüzden daima şu gerçeği hatırda tutmalıyız:

Ne by pass ameliyatları ne de “sevgiye zaman kalır” düşüncesiyle insanoğlunun hayatına doldurduğu araç gereçler tek başına kalbî hastalıklarımıza şifa olmayacaktır. Çünkü “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.”