TR EN

Dil Seçin

Ara

Yağmur Duası Turnusolu

Eylül gelip de Ramazan bereketiyle yağmurlar başlayana kadar, gündemin birinci sırasını kuraklık işgal ediyordu. Neredeyse tüm yaz mevsimini kuraklık, küresel ısınma, su politikaları, Türkiye’nin çölleşmesi konuları etrafında geçirdik desek yeridir. Gözler, hava durumunun ardından ekrana yansıyan barajların doluluk oranına merak ve korkuyla bakar olmuştu. İzmir’in kaç günlük suyu kaldı? İstanbul, barajlardaki su seviyesiyle daha ne kadar idare edebilir? Ankara Büyükşehir Belediyesi, neden zamanında gerekli yatırımları yapmadı? Küresel felaket, söylendiği gibi, gerçekten kapıda mı?

Bu sorular medyada iyice arkası merak edilen bir korku filmi kıvamını almaya başlamıştı ki, sağnak sağnak rahmet yağdırıldı da, kötü senaryolar apar topar rafa kalktı. Takip edenler hatırlayacaktır; bu döneme damgasını vuran asıl tartışma konusu ise yağmur duası oldu. Mikrofonlar uzatıldı sokaktaki adama. Sokaktaki adam, yağmur duasına kapılarını tam olarak kapatmadı. En karşı gibi olanı bile, “Yapılsın tabi, geleneğimizde yeri var.” diyebildi. Fakat azımsanmayacak oranda, “Yağmur duasıyla bu işler çözülmez. Meseleyi ancak bilimsel bir yaklaşımla çözebiliriz.” yaklaşımı da dillendirildi.

Bunlara belli cevaplar verildi gerçi. Fakat yağmur duası tartışmalarının altında yatan itikadî problemlere yeterince inilemedi. Mesela, bir yaratıcıya inanıldığı halde onun ile kâinat arasında bu kadar kalın duvarlar nasıl örülebiliyor? İnanılan yaratıcı nasıl bir ilah ki, gözümüzün önündeki şu âleme parmağını bile dokunduramıyor?

Günahın hepsini ona yüklemek doğru olmayabilir ama Aristo’nun bu hezeyan dolu anlayışa kapı aralayanlardan olduğuna kuşku yok. Bu meşhur filozof, ta asırlar öncesinden, yaratıcı ve kâinatın ayrı cevherlere sahip olduğunu ve her ikisinin de ezeli olduğunu söylemiş. Böyle bakıldığında, yaratıcının kâinata müdahale etmesine gerek olmadığı gibi, galiba yetkisi de yok gibi gözüküyor. Çünkü kâinat da yaratıcı gibi bir ezeliyete sahip; dolayısıyla o da tanrısal bir konumda duruyor. Tarihe dürbünî bir bakışla baktığımızda, Aristo’nun araladığı bu kapının, sonuçta gelip kuru bir materyalizme saplanacağını görmemek mümkün değil! Nitekim, bugün geldiğimiz noktanın farklı bir yer olduğunu kim iddia edebilir?

Kâinat ile yaratıcısını ayırma faaliyetleri yeni değil gördüğünüz gibi. Şimdi bu eğilimin, cahiliye dönemi Mekke’sindeki ibret verici tezahürüne bir bakalım: Sanılanın aksine, İslâm öncesi devirde Mekkeliler yalnızca putlara tapmıyorlardı. Kâinatı yaratmış olan vahid bir Allah’a Kureyşli müşrikler de inanıyordu. Fakat kâinat üzerindeki her bir şeyde (çiçekte, arıda, suda, bulutta, ağaçta, insanda..) mührü bulunan, her bir şeyde tek tek kudret eseri görünen Ehad bir Allah’ı kabul etmiyorlardı. İslâm’ın ilk müezzini Bilal’in kızgın sıcağın altında ağzından dökülen “Ehad! Ehad!” sözlerine katlanamayışları bu yüzdendi. Hazreti Bilal, “Vahid! Vahid!” deseydi, hiçbir Mekkeli müşrikin buna itirazı olmazdı.

Çünkü Kureyşlilerin kâinatı yaratıp köşesine çekilmiş bir ilahla sorunları yoktu. Ama gerek en küçük bir noktacığı bile kudret elinde tutmak suretiyle kâinatı sürekli çekip çeviren bir Yaratıcı, gerekse insanların nasıl yaşayacağını emir ve yasaklarıyla düzenleyen bir Rab, Kureyşlilerin işine gelmiyordu. Müşrik olmaları, iştirake yeltenmelerinin altında bu yatıyordu; bu yüzden Rabbe ait olan sahayı (hâkimiyet, düzen, tabiat olayları vs.) parselleyip kendi yaptıkları putlara pay ediyorlardı. Pay ediyorlardı ki, kendileri de içlerinden geldiği gibi Mekke’de yaşayabilsinler; kendi kurallarını kendileri koyabilsinler.

Nefis kendisini temize çıkarmak istiyor ama bu küfrî eğilim bugün de farklı tonlarda hayata yansıyor, kabul edelim. En muhafazakâr dillerde dahi, bir bakıyorsunuz, Allah’a güvenmeyi, dua etmeyi hafife alan bir söylem işitebiliyoruz. Oysa inancın özünü bunlar oluşturuyor. İman, özünde insanın kendi iradesinin üzerinde ilahi iradeyi kabul etmesi, yani ona teslim olmasıdır. O halde bir mü’minin Rabbine tevekkül etmesi ve O’na duayla yönelmesinden daha doğal ne olabilir?

Fakat içimizde öyleleri var ki, kendi iradesini bir türlü ubudiyet sınırlarına çekmek istemiyor; kaderin şekillenmesinde kendine düşen payı tek taraflı sürekli büyütmeye çalışıyor. Bu tip kişileri, “Ben Allah’a tevekkül ettim.”, “Allah kerim, verir bir kolaylığını.” gibi sözlere katlanamayışlarından ayırd edebilirsiniz. Yine bu kişiler, “Önce eşşeğini sağlam kazığa bağla, sonra Allah’a tevekkül et.” hadisinde vurguyu sürekli ve ısrarla ilk cümleye yaparlar. Onlara göre eşşeği emniyete almanın yeter şartı, onu sağlam bir kazığa bağlamaktır. Allah’a (haşa!) tevekkül edilmese de olur. Susuzluğu Allah’tan değil belediyeden bilmeye pek meyilli olanların gönül dünyalarında da, buna benzer bir tutum söz konusudur.

Meselenin bam teline böylece gelmiş oluyoruz: Bir Allah’a inandığı halde, onun ile kâinat arasındaki bağı gevşetme, mümkünse tamamen koparma eğiliminin altında, nefsin hâkimiyet sahasını genişletme arzusu vardır. Nefsin tek taraflı faaliyetine izin verilirse, en sonunda tüm kâinatı Rabbin elinden alıp kendi hanesine yazacağı muhakkaktır. Fakat nefis aklı tam olarak susturamaz; kendi ilmi ve kudretinin böyle bir şeye yetmeyeceğini bilir. Ama bu, nefsin geriye çekildiği alanları Rabbin hâkimiyetine terk edeceği anlamına da gelmez. Nefis bu sınır boylarına, devrine göre ya kendi icat ettiği putları ya da tabiat kanunlarını yerleştirir. Böylelikle Rabbiyle kendi arasında bir tampon bölge oluşturur. Bu tampon bölge, nefis açısından çok işlevseldir. Bu bölge sayesinde Rabbin semavî sözleri, emir ve yasakları, nefsin kulağına ulaşmaz. Bir anlığına düşünsenize; bir nefis, kâinat ile arasına kalın bir perde ya da duvar ördüğü böyle bir ilahtan daha fazla ne isteyebilir?

Halbuki, şu kâinat kitabında sebepler şuursuzdur; sadece Rabbin tasarrufuna ince bir perdedir. İnsana düşen bu ince perdeyi de yırtıp gözüyle görür gibi Rabbine yakınlaşmak iken, bazı şuursuz insanlar bu perdeyi daha da kalınlaştırmanın peşinde koşuyorlar. Dertleri ise Rableriyle doğrudan muhatap olmaktan kaçınmak; bir hırsız psikolojisiyle şu dünyanın nimetlerini talan etmek. İşte, esas mesele bu.

Oysa, şu yeryüzünde ilim ve kudretiyle, her yaptığını sayısız hikmetle yaratan bir Allah’ın varlığı ve tasarrufu o kadar açık ki! Madem kuraklıktan ve susuzluktan bahsediyoruz; yağmur gibi bir rahmetin bitkilere, hayvanlara ve biz insanların istifadesine nasıl sunulduğuna bir bakalım. Her şeyden önce su diye bir madde yoktan yaratılmış. Güneş ısısıyla buharlaşıp uzaya uçup gitmesine izin verilmediği gibi, altı delik kova gibi toprağın altından dünyanın merkezine sızmasına da izin verilmemiş. Üzerinde bitki, hayvan ve insanların yaşadığı dünyanın değişik kara parçalarına denizlerden, okyanuslardan sevkiyat yapılmış. Rüzgarla taşınan tozlar ve denizlerdeki tuz zerreciklerinin çekirdek görevi görmesiyle göğe yükselen su buharları yağmur damlası olup yeryüzüne düşürülmüş. Bardaktan boşalır gibi değil, damla damla düşürülmüş. Bunların bir bölümü, toprağın altında değişik sertlikteki kayalar arasında bulunan su havuzlarında biriktirilmiş, dinlendirilmiş. Bir bölümü, toprağın meyilli bir yerinden yeniden yeryüzüne çıkarılmış. Bir bölümü, şifa olsun diye toprak altında topladığı tüm mineralleriyle sıcak kaplıca sularına dönüştürülmüş. Tüm bu rahmet, bitki köklerinin ayağına gelirken, insan için en fazla bir kuyu mesafesi uzaklığa yerleştirilmiş.

Şimdi, en basit anlatımıyla en kıt akıllının bile takdir edebileceği bu olayları Allah’a vermeyen biri, elbette kuraklığı da O’na vermez. Meseleye sadece bilimsel bir yaklaşım talep edenlerin ya da şiddetli bir şekilde sırf belediyeye yüklenenlerin hali biraz buna benziyor. Bu halin çok tuhaf bir psikolojiye yaslandığını düşünüyorum: Daha önce dediğimiz gibi, nefis kendi hâkimiyet sahasını genişletmek ister istemesine. Fakat bunun için daima güçlü ve sağlıklı olması gerekir. Bir süreliğine bile olsa nefse acz arız olunca, nefsin bu isteği ve talebi hemen sönmeye yüz tutar. Rabbimizi hastalık zamanlarında hatırlayıp, sıhhat zamanlarında unutmaya eğilimli oluşumuz da bundandır. İşte kuraklık, nefse böyle bir acizlik durumuna düşeceği vehmini verdiği ve bu yüzden Rabbi karşısında boynunu eğmek zorunda bırakacağı için, bilim(sel bakış) şiddetle yardıma çağrılıyor ve belediyeye veryansın ediliyor. Çünkü nefisler, kuraklıkla Rableri arasında tek dayanaklarının bilim ve belediye olduğunu görüyor.

Hadi, bu sene imtihan kolay geçti. Eylül ayı gelince Ramazan ayının bereketiyle rahmet hazineleri semadan yeryüzüne indi. Peki küresel ısınma şiddetlenir de esbab bilkülliye sükut edip seneye ne bilim ne belediye kuraklığa bir çözüm getiremezse—ki böyle bir ihtimalin olmadığını hiç kimse iddia edemez—o zaman ne yapılacak? Ben söyleyeyim: Gururundan bir türlü eğilmeyen başlar, susuzluğu verenin karşısında eğilip yağmur duasına çıkan cemaatin arasına katılmaktan başka bir seçenek bulamayacak.

İyisi mi, vakit çok geç olmadan ubudiyet tavrımızı takınalım da Rabbimiz bizi kuraklıkla daha fazla imtihan etmesin. Yoksa bilim de belediye de fani, bizi kurtarmaya yetmez.

Not: Bu yazıda belediyenin yapması gerekenlerin önemli olmadığı sonucu çıkarılmasın lütfen. Elbette belediye sebebe başvuracak, yapması gereken yatırımları yapacaktır. Burada anlatılmak istenen nokta, belediye-kuraklık derken asıl büyük resmin gözden kaçırılmakta olduğudur. Yazı içinde yer veremediğim bir diğer önemli nokta, nimetlerin şükürle ziyadeleşeceği, nankörlük karşısında ise azalacağıdır. Pek çok ayette teyit edilen bu ilahi prensip, elbette şükürsüzlük durumunda susuzluk ve kuraklığa da ruhsat verir. Bu işleri ilahi tasarruftan bağımsız tasavvur edip dikkatini sırf barajların doluluk oranına sarf edenler, Allah’ın Rezzak yani rızık verici oluşunu ittiham ettikleri ve sadece sebeplere gözlerini diktikleri için, musibeti kendi üzerilerine çekiyorlar.