TR EN

Dil Seçin

Ara

Sabır Psikolojisi - 2

Bazı insanlar neden kendilerine isabet eden musibete daha az dayanıklıdır?

Eyyup aleyhisselâmı tahammülde bir zirve kılan nedir? İlim, sabrı nasıl çoğaltır?

Olayların içyüzünü bilmek sabrı artırır mı? 

 

Gözlerin yuvalarından fırlayacağı o günde, insanların kalbini en çok işgal edecek duygunun ‘dehşet’ olacağına kuşku yok. Anne babanın kendi çocuğundan kaçacağı ölçüde herkes kendi derdinde olacak o gün. İşlenen bütün günahlar için en başta kendilerinin suçlanacaklarını bilen şeytanlar kaçacak delik arayacaklar. Ne ki mahşerin düzlüğü, onlara bu imkânı vermeyecek.

Sonra, sağ ya da sol tarafından amel defterleri verilecek herkese. Gözler sayfalar arasında gezinirken, dikkat ve endişe aynı anda okunacak gözlerde. Ve hayretle diller şunu söylecek: “Vay canına! Bu defter en küçük şeyi bile yazmış!”

Defterinin günaha ayrılmış sayfaları daha çok olanlar, bir yandan pişmanlık duygusu yaşarken, bir yandan da terazinin önüne geldiklerinde kara kara kendilerini nasıl savunacaklarını düşünmeye başlayacaklar. Kimbilir; belki de filmlerde izlediğimiz mahkeme sahnelerine taş çıkartacak sahneler yaşanacak. Herkes aslında kendisinin suçlu olmadığını kanıtlamak için suyu yukarıya akıtmak isteyecek. Kurtarır ümidiyle küçücük bahanelere bile can simidi gibi sarılınacak.

Bu kimselerden bazıları, kendilerinin hiçbir suçu olmadığını, omuzlarına taşıyabileceğinden ağır yük konduğu için günah işlemek zorunda kaldıklarını iddia edecek. Meselâ, “Neden sabrı terkettin?” sorusuna, “O denli katlanılmaz musibetlere maruz kaldım ki, başka seçeneğim yoktu.” diyecek. Âdil-i Hakîm ise her bir savunmaya karşı has bir kulunu örnek gösterecek. Bu gibi musibeti bahane edenlerin karşısına da, misal olarak Eyyub aleyhisselâmı koyacak...

 

Tahammülde bir zirve: Eyyub sabrı

İşte bu denli ihtişamlı, bu denli büyüktür Eyyub aleyhisselâmın sabrı... O kadar ki, vücudunun her yerinde oluşan yaralardan çıkan kurtlar, kalbine ve diline kadar iliştiği halde, şükürden geri durup da şikâyete yöneldiği görülmemiştir. En son, kulluk vazifesini yerine getirememeye başladığı anda, hâlini Allah’a arzetmiş ve şifa talep etmiştir. O da yine kendi rahatı için değil, kulluk vazifesini düşünerek...

Hâlbuki, onunkisinden çok daha basit bir hastalığa yakalanan çoğu insan, başlardı hemen ah vah edip inlemeye. Sonra yetinmez; hemen yanındakilere şikâyet diliyle hâlini anlatmaya başlardı. Yok efendim, neden o hastalık onu bulmuşmuş; bu kaderin kendisine yaptığı büyük bir haksızlıkmış vs.

Gayretullaha dokunan da, işte musibete uğrayan kişinin böylesi bir tavır içine girmesidir. Yani Allah’ın kendi üzerindeki tasarrufu hakkında, sabırla razı olmaya çalışacak yerde, O’nun rahmetini itham edecek tarzda bir başkasına şikâyette bulunmasıdır.

Oysa ki, kendisine musibet isabet edenin bu hâli, çekmekte olduğu acıları iki katma çıkarmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü bu tavrıyla bedeninde çektiği acılara, kendisine haksızlık yapıldığı düşüncesinden neşet eden acıyı ilâve eder. Bedeninde hak etmediği bir hastalığın acısını çekiyor olduğu düşüncesi, hastalığını gözünde olduğundan çok daha büyütür. Böylelikle tahammül imkânını bütünüyle ortadan kaldırır.

Eyyub aleyhisselâmın onca acıya tahammül edebilmesinin sırrı, işte bu noktada gizlidir. O, bir kul olduğunun bilincindedir; ve bir kul olarak en başta Rabbinden gelen müspet şeylere şükür, menfi şeylere sabır göstermesi gerektiğinin farkındadır. Ayrıca, kulluğunun ölçüsünün, kendisine isabet eden musibete ne ölçüde tahammül göstereceği olduğunu da bilmektedir.

Dolayısıyla onun tahammülüne eşlik eden düşünce, haksız bir uygulamanın kurbanı olmak değil, tahammülü ölçüsünde kemâle ereceği ve büyük bir mükâfata mazhar olacağı düşüncesidir. En sonunda kurtlar kalbine ve diline eriştiğinde de korktuğu nokta, kulluk edemeyeceği bir konuma düşeceği endişesinden başka bir şey değildir. Aksi takdirde Eyyub aleyhisselâm gibi bir sabır kahramanı, Rabbinin bedeni üzerindeki tasarrufuna hiç kuşku yok ki sabretmeye devam ederdi!

Açıkçası, Eyyub aleyhisselâmın bize öğrettiği, O’ndan gelene tevekkül içinde tahammül etmektir. Mükâfatını da O’ndan umarak...

 

Sabrı çoğaltan ilimdir

Hızır ile Musa aleyhisselâm arasında yaşananlar da, bize ‘sabır’ ile ‘ilim’ arasındaki sıkı ilişki hakkında çok şey söyler.

Bilindiği gibi, Musa aleyhisselâm bir gün Yahudilere hitap ederken ilginç bir soruya muhatap olur. İçlerinden biri, ona, Allah’ın en âlim kulu kendisinin olup olmadığını sorar. Musa aleyhisselâm bu soruya “evet” cevabı verir. Fakat kendisine bu konuda yanıldığı bilgisi ulaşmakta gecikmez. Dahası, kendisinden daha bilgili olduğu bildirilen zâtla buluşması istenir. Ve Musa aleyhisselâm yola koyulur. 

Bir nehrin kenarındaki kayanın üzerinde oturur halde bulduğu o zâta kendisiyle arkadaşlık etmek istediğini söyler. Hızır aleyhisselâm bu teklifi hemen kabul etmek istemez. Gerekçesi ise gayet manidardır: “Sen benimle arkadaşlığa sabredemezsin.” Ve ilâve eder: “İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?”

Nitekim arkadaşlıkları boyunca Musa aleyhisselâmın içyüzünü kavrayamadığı bazı olaylar vuku bulur ve Hızır aleyhisselâmın başta söylediği gibi o bunlara sabredemez.

Meselâ, bunlardan birinde, ikisinin de bindiği bir gemiyi deler Hızır aleyhisselâm. Hz. Musa’nın buna tepkisi, kendi şeriat ilmi çerçevesinde olur: “Geminin içindekileri boğmaya mı çalışıyorsun? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!”

Oysa ki işlerin içyüzü hakkında bir bilgiye sahip olan Hızır aleyhisselâm, bindikleri geminin az sonra şakiler tarafından ele geçirileceğini izn-i ilâhiyle görmüş ve gemiye zarar vererek meta olarak değerini düşürmek istemiştir. Bunda da başarılı olmuş ve şakiler gemiye el koymaktan vazgeçmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen bu ibretli kıssanın bize söylediği, insanın dış görünüşe göre zarar gibi görünen şeylerin Allah katındaki sırlarını bilmesi halinde, o zararın aslında bir fayda olduğunu anlayabileceğidir. İşte sabrı çoğaltan da, böylesi bir ilimdir. İnsan, hakikaten, kendisine isabet eden ve zarar gibi görünen musibetin kendisi için aslında bir fayda olduğunu anladığında, yani işin içyüzünü kavrayabildiğinde sabır gösterir. Aksi takdirde, göstermez.

Meselâ, bedenine ilişen bir hastalığa insan, dış görünüşüyle baksa, hem kendisini işinden gücünden eden hem de sürekli acı veren bir belâdan başka bir şey değildir. Hastalığın devamı hâlinde, bu bakış açısı, insanı Allah’ın rahmetini ve adaletini sorgulamaya kadar götürür. Daha kötüsü, içinde nefret hissinin doğmasına neden olur.

Buna mukabil, hastalığın kendisini Rabbine yönelttiğini, O’nu düşünüp, O’na yalvarıp halis bir ubudiyet yapmaya vesile olduğunu; zaten Rabbinin kendisine bu yüzden hastalık isabet ettirdiğini kavrayan biri, değil hastalıktan şikâyet etmek, şükreder. Musibete sabrın mükâfatını düşünerek, şükrünü ziyadeleştirir.

Açıkçası, işin özü ilimdir.

Nitekim, kardeşlerinin biricik oğlu Yusuf'un öldüğünü haber verdiklerinde Yakup aleyhisselâmın gösterdiği sabrın ardında da ilim vardır. Yakup aleyhisselâm, ilmi sayesinde Allah’ın her neyi takdir ederse, bir hikmete binaen takdir edeceğini; mutlak mânâda sonu adaletsizliğe ve abesiyete çıkacak bir fiili yaratmayacağını bilmektedir. Ayrıca, çok sevdiği oğlunun öldüğüne dair kesin bir delil olmadıktan sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmenin ubudiyete yakışmayacağının da farkındadır.

O eğer böyle bir ilme sahip olmasaydı, hiç kuşkusuz, biricik oğlunun ölüm haberiyle yıkılıp heder olur giderdi. Kadere isyan duygusuyla ve Allah’ın adaletinden meyus olup belki imanından bile olabilirdi.

Sonuç olarak, sabır dediğimiz kavram günümüzün popüler kültürü içinde anlaşıldığı şekliyle, ne basit bir ‘duygusal dayanıklılık’, ne de musibetin ardından mecburiyet duygusuyla gelen basit bir ‘katlanma’dır.

Sabır, çok daha derinde, imanın en başta gelen rüknüdür. Bundan dolayı, Allah’a ve ahiret gününe imanın olmadığı yerde, sabırdan bahsedilemez. Çünkü sabır, Allah’ın menfi ya da müspet her türlü tasarrufuna rıza; ve dünya hayatında insanın başına gelen ümitsizliğe sevkedici her türlü bela, afet, musibet ve haksızlığın, ahirette dahi olsa, en sonunda âdil bir yargılamayla adalet çizgisine çekileceği inancında kökleşir.

Bunun dışındaki tüm sabır tanımları, günümüz popüler sabır algılamalarında olduğu gibi, köksüz ve temelsizdir.

Zaten, medyada sabırla ilgili geçen tüm haberlerin, sabırdan çok sabırsızlıkla ilgili olmasının sebebi de bu değil mi?