TR EN

Dil Seçin

Ara

Bahtımızın Anahtarı

“Asyanın bahtının miftahı meşveret ve şûradır.” 

— Bediüzzaman

 

Nur Müellifi, Asya’ya saadet ve terakki kapılarını açacak anahtarın meşveret ve şûra olduğunu söylerken Avrupa devletlerinin çoğu birbirine düşman idiler. Üzülerek ifade edelim ki, şûra anahtarını Avrupa, Asya’dan daha önce kaptı ve birliğini kurdu. Fakat reçete hâlâ geçerliğini korumaktadır. Uygulamaya koyduğumuz anda bizim de bahtımız açılabilir.

Cumhuriyet şûradır. Bu şûrada cumhurun yani umumun, yahut onun temsilcilerinin fikri esas alınır. Geri kalmış ülkelerde bu şûra hakkıyla işletilemez. Hüküm yine bir kişinin yahut belli kişilerin elinde kalır. İleri ülkelerde devlet yöneticilerinin sürekli değişmesine karşılık, bizde çocukluk çağımızda tanıdığımız simaları, çocuklarımızın da çok iyi tanıması, siyaset âleminde meşveretin hakkıyla işlemediğinin bir göstergesidir.

Üstad Bediüzzaman, “Kuvvet, kanunda olmalı, yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.” buyururlar. Kanun hâkimiyeti ferdî istibdatların ve keyfi hareketlerin en büyük manisi, meşveretin de en büyük hamisidir.

Meşveret, devretmesini bilmektir. Şûradan çıkan karar istikametinde nöbet değişimi rahatlıkla yapılır. Meşveret bu yönüyle aynı zamanda bir nefis terbiyesidir. Kuvvet gösterilerinin yahut ayak oyunlarının ve entrikaların meşverette yeri yoktur.

Konunun siyasî boyutunu bir tarafa bırakıp, millet olarak bu müesseseyi en iyi şekilde kurmanın ve hayata geçirmenin yollarını aramamız gerekiyor.

Bir aile reisi, “Her şeyin en iyisini ben bilirim.” davasından vazgeçmeli; gerekli konularda aile fertlerinin de görüşünü almalıdır.

Bir şirkette yönetim, yetkili kişilerin istişaresine bırakılmalı, sermayedarlar, her konuya müdahaleden vazgeçmelidir.

Meslek kuruluşları, ülkeyi daha ileri hedeflere ulaştırma konusunda fikir alışverişinde bulunmalıdır.

İslâm’a hizmet gayesinde olan insanlar, bu ulvi hedeflerine tek başlarına ulaşma hevesini bir yana atmalı, aynı görüşü paylaşacağı kişilerle ortak hareket etmelidir.

Kısacası, bahtımızın miftahı olan istişare; aileden, devlet kuruluşlarına kadar, bütün müesseselerde hâkim olmalıdır.

Meşveret, paylaşma anlayışıdır. “Ben demeyiniz, biz deyiniz.” tavsiyesinin hayata geçirilmesidir.

Meşveret, şahsın yerini şahs-ı manevinin almasıdır; “bir buz parçası olan enaniyetini tam bir havuzu kazanmak için eritme” şuurudur. Meşveret sonunda artık hiç kimse damlalardan söz etmez, ortada bir havuz, bir deniz vardır. Buna göre meşveret, ferdilikten kurtulup cemaat halinde hareket etmenin sembolüdür; damlada boğulmayıp deryaya kavuşma bahtiyarlığıdır. Nur Müellifi, “Tesanüdünüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” demekle, meşveretteki üstün kuvveti nazara vermiştir (Emirdağ L. I.-73). Ferdî reyler, bu kuvvet karşısında hürmetle eğilirler. Namazdaki rüku gibi, bu eğiliş de ruhu yükseltir, kalbi kuvvetlendirir.

Meşveret, müspet bir harekettir. Müspet hareket, en kısa ifadesiyle “yapıcı olmak”tır. Bunun sonunda ortaya faydalı fikirler çıkar ve onların uygulanmasıyla da müspet sonuçlar ele edilir. Menfî hareket ise bunun zıddı olup yıkıcı olma mânâsına gelir. Menfî, nefy edilmiş, sürülmüş demektir. Meşverete uymayıp münferit hareket etmek de menfi hareket grubuna girer. Çünkü bu durumda büyük bir hayrın ortadan kalkması söz konusudur. Allah’ın rahmeti cemaat üzerinedir. Cemaat namazı bunun açık bir örneğidir. Cemaatten ayrılan kişi, cemaat sevabını kendi amel defterinden âdeta uzaklaştırmış, nefyetmiş gibi olur. Yirmi yedi kat sevabın kaybı, elbette menfî bir sonuçtur.

Meşveret edenler, ferdiliği gönül âlemlerinden sürerler, söküp atarlar; masaya otururken gözlerini meşveretten çıkacak ortak kanaate dikerler. Kendi fikirlerinin kabulünü ısrarla beklemezler. Üstad Bediüzzaman, meşveret konusunda çok tahşidat yapmıştır. Mesela, Kastamonu Lahikası’nda şöyle buyurur:

“Meşveret-i şer’iyye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilaf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük zarar verebilir.”

Hutbe-i Şamiye’de geçen şu cümle, bu ifadelerin bir yönüyle açıklaması gibidir:

“Haklı şura ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir.”

O halde, Üstadın İhlas Risalesindeki “üç elif” misali, ittihadın önemini vurgulaması yanında, meşverete teşvik yönüyle de çok önemlidir. Münferit düşünen ve çalışan kişinin fikri isabetli de olsa, bu isabetli fikir, tek başına kalan uzun bir dik çizgiyi andırır. Bu kişi, fikirleri on yahut bir kıymetinde olan iki arkadaşıyla meşveret için bir araya geldiğinde, ortaya çıkan yüz on bir’lik sonuçta her bir rakamın kıymeti bir’den yüze çıkar. Çünkü o üç tane ‘bir’ rakamından hangisini çekseniz, geriye sadece on bir kalır. Demek ki, birler basamağında bulunan bir rakamın gerçek kıymeti ve hizmeti yüzdür. Yüzler basamağında bulanan bir rakam, arkadaşlarıyla birlikte olmayı bırakıp kenara çekildiğinde değeri yüzden bire düşer.

Aynı konuda geçen, “omuz omuza verme” ifadesi de çok önemlidir. Cemaat namazında olduğu gibi, burada da araya bir boşluğun girmemesi gerekir. Aksi halde rakam okunmaz olur.

Aşağıdaki ifadeler de meşveretin önemi ve ittifakın lüzumu noktasında çok net mesajlar vermektedir:

“Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye’deki saadetlerinin anahtarı meşveret-i şer’iyyedir.” Hutbe-i Şamiye

“Medar-ı niza bir mes’ele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrepde olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak şimdi elzemdir.” Kastamonu Lahikası

 

Hürmet ve merhamet:

Nur Külliyatı’nda toplum hayatının iki mühim esasının hürmet ve merhamet olduğu defalarca nazara verilir. Bunlar da ancak usulüne uygun olarak yapılan samimi bir meşveretle tahakkuk eder. Aksi hâlde meşveretin yerini, ferdi reylerin baskısı ve şahısların tahakkümü alır. Bu ise, hürmet ve merhamet hislerini zedeler. Bunların sarsılması yahut ortadan kalkması hâlinde yerlerini “zulümlü ve zulmetli bir anarşi” alır.

Bu gerçek, iman ve Kur’an hizmeti için de aynen geçerlidir. Bu hizmetin, bir fabrikanın çarkları yahut bir vücudun azaları gibi çalışması halinde, hürmet ve merhamet hisleri de yerlerini bulurlar. Fakat, bir çark diğerlerine amir olmaya kalkıştığında hürmet zedelenir, bunun sonucu olarak merhamet de yara alır.

Üstadın bu konuda verdiği ikinci misale göre, her işi uhdesinde tutmaya çalışmak, bir organın bütün vücuda hükmetmesine benzer. Bir organ her işi yapamayacağı gibi, bir kişi de her konuda mütehassıs olamaz.

Vücudun azaları örneği çok yönüyle hikmet doludur. Buradan alacağımız ayrı bir ders de şu olabilir: İman hizmetinde bulunan her kişi bu bünye içinde bir yerde muhafaza edilmelidir. Beyin görevi yapamıyor diye kişiyi hizmetin dışına atmak yerine, onu meşveretle bir başka görevde çalıştırmak gerekir. Bunu başarabilenlerin hizmetleri genişler ve yükselir. Aksi halde, hizmet çok dar bir kalıba sıkıştırılmış olur. Halbuki, Bediüzzaman Hazretleri, bu iman ve Kur’an hizmetinin dairesini geniş tutmuş, ana hatlarıyla talebe, kardeş, dost diye üçe ayırmış, talebenin de “sahipler, naşirler, erkânlar” gibi birçok şubeleri olduğunu nazara vermiştir. Talebe dairesinin çok şubelere ayrılması gösteriyor ki, kardeş ve dost dairelerinin de nice alt ve yan birimleri vardır.

Tek tip talebe olmayacağına bir örnek de az önce değindiğimiz fabrika misalinde vardır. Çatısından, penceresine, motorundan çivisine kadar nice farklı şeyler bir araya gelmiş ve bir fabrika olmuşlardır.

İstidat ve kabiliyetler parmak izleri gibi farklılık gösterirler. Aynı Kur’an’dan birçok hak mezhebin çıkmış olması gösteriyor ki, bu iman hizmetinde de temelde aynı değerleri paylaşan ve aynı ortak prensiplerle hareket eden birçok farklı hizmet telakkileri çıkabilir. Önemli olan, bu farklı organların bir tek ruhun emrinde çalışmalarıdır. Bu ruh, meşveretten hasıl olan bir şahs-ı manevidir. Organlar birbirlerini istihdam etme ve birbirlerine hükmetme hevesine kapılmayıp, hepsi bu ruhun emrine girdikleri taktirde ortada hiçbir problem kalmaz; kutuplaşmanın yerini yardımlaşma ve kaynaşma alır.

Ruhun o harika yaratılışı da meselemiz açısından çok önemlidir. Bilindiği gibi ruh basittir, yani terkip değildir. Akıl, hafıza, hayal, sevgi, korku ve daha nice hissiyat, sanki şahsî varlıklarını bir şahs-ı manevi içinde eritmiş ve tek bir varlık olarak ortaya çıkmışlardır.

 

İttifak, ama nasıl?

Mazide, bazı kişiler kendilerine, “bütün İslâmî hizmet gruplarını birleştirme ve aralarındaki farklılıkları giderme” gibi bir görev yüklemişlerdi. Bilmiyorlardı ki, “Meşreblerde ittifak lazım olmadığı gibi caiz de değildir.”

Bunun gibi, iman hizmetindeki değişik hizmet tarzlarını birleştirmeye çalışmak da gereksiz ve sonuç itibariyle de boş bir teşebbüstür. Muhtaçların büyük çoğunluğuna henüz ulaşamadığımız bir ortamda, böyle şeyleri medar-ı bahis yapmak, en azından, zaman kaybıdır. Muhabbet ve kardeşlik hislerine vereceği zarar ise çok daha büyüktür.

Bu tip tartışmalarda, birlik ve beraberlik çağrısına herkesten müspet cevap gelir. Ama uygulamada, her meslek ve meşrep sahibi ister ki diğerleri kendi etrafında birleşsinler. Halbuki, ittifak başka, iltihak daha başkadır. İttifak gayede olur. Vesilelerde ittifak inhisar zihniyetine yol açar; bu da Üstadın ifadesiyle hubb-u nefisten gelmektedir.

Usul ve tarz farklılığının bir müsbet ihtilaf olarak görülmesi ve problemlerin meşveretle çözüme kavuşturulması bize çok şey kazandıracaktır.

Farklı hizmet usullerinin bir problem kaynağı olmamasının en güzel yolu meşverettir.

Meşveret, ortak atmosferdir. Herkes onun içinde yürür, koşar ve uçar; kimse diğerinin hareketini tenkit etmez ve engellemez.