TR EN

Dil Seçin

Ara

Her İyiliğin Anahtarı: İmân

Sahabeleri farklı kılan ne idi? Peygambere o kadar samimane yönelmeleri, Kur’an’ı can kulağıyla dinleyip, anlamaya ve yaşamaya çalışmaları, hayatları, gayeleri başka başka iken, peygambere geldikten sonra tek bir gaye ile yaşamaları nasıl olmuştu?

Bunun tek bir sırrı vardı: imanları. Evet o nurlu imanları. O yıldızlar gibi parlak imanları.

Peygamber Efendimizin de buyurduğu gibi: “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız doğru yolu bulursunuz.”

Evet iman bu idi. Yol gösteren yıldızlar gibi, karanlıkta aydınlatan güneş gibi.

Onlar da bizim gibilerdi, bizim gibi insanlardı; fakat biz onlar gibi değiliz. Ne için? Onlar farklı, bunun sırrı da imanları.

Bir gün önce şifayı, rızkı, hayatı, yardımı putlardan bilenler, imanla hakikati bulup Allah’ı bildiler. Her şeyin tek yaratıcısı ve tek sahibini tanıdılar. O’na itaat ettiler ve teslim oldular.

Zulümlerle masum insanları kendilerine köle yapanlar, imana gelip, kendilerini yoktan yaratıp her ihtiyaçlarını yerli yerince veren Rablerine kul oldular.

Dünyadan başka bir yer bilmeyenler, imanın ışığıyla ta cennetleri bildiler. Ahiret için çalışmaya başladılar.

Hak hukuk nedir tanımayanlar; Kur’an’ı dinleyince mahşerde verecekleri hesabı düşünerek yaşadılar. Mahşerde hesap vermemek için, her adımlarını hesap ederek attılar.

Kur’an’dan ve Peygamber Efendimizden aldıkları derslerle, bütün dünyaya ve bütün zamanlara insan nasıl olurmuş, insan nasıl olunurmuş gösterdiler.

İnsanlık, insana saygıyı, kadına saygıyı onlardan öğrendi.

Adaleti sahabede gördü. O adalet ki sadece mahkeme çatısı altında değil, gökkubbe altında bütün canlı ve cansız her şey için vardı. Her hak sahibi, güçsüz de olsa, fakir de olsa hakkını alırdı.

Dürüstlük sahabenin ayrılmaz bir parçası idi adeta. Yalandan, ateşten kaçar gibi kaçardı onlar. Çünkü Allah’ı bilmişlerdi, ahireti anlamışlardı.

Yüce Allah hidâyet güneşini doğdurunca, o aynalar tüm benlikleriyle yönelmişti bu güneşe. Artık kendi benlikleri, kendi gayeleri, hevesleri ne varsa geri planda kalmıştı.

Rabbimiz Kur’an’da buyuruyor: “Allah, imân edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidâyet nuruna kavuşturur.” (Bakara, 257)

Güneş doğduğunda gözlerini açanlara ne mutlu. Karanlıklardan aydınlıklara çıkanlara ne mutlu. Cehalet karanlıktır. Bir kitaba cahilce bakan o kitabı görmez, gördüğü kâğıt ve mürekkeptir sadece. İlim ise aydınlıktır, nurdur. İlim nuru bir şeyin dışını gösterdiği gibi içini de, anlamını da gösterir. Daha da ötesi o kitabı yazanın kemaline muhatap eder.

İman da nurdur. Kâinat kitabını okumak, anlamak için de iman nuru gerekir. İman nuru olmazsa insan, ne kendisini, ne dünyasını gerçek anlamıyla göremez; gördüğü sadece maddesidir, tesadüftür, sahipsizliktir o kadar.

Bediüzzaman şöyle der: “Eğer, nur-u imân, içine girse, (insanın) üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla (bağ ile) okutur. Yani, ‘Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum (sanat eseriyim), mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım’ gibi mânâlarla, insandaki sanat-ı Rabbâniye tezâhür eder (görünür). Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân, insandaki bütün âsâr-ı sanatı (sanat eserlerini) izhâr eder (gösterir). İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.”

Bir nehrin üzerindeki kabarcıklar güneşe bakıp parlar. Biraz gittikten sonra onlar söner, geriden gelenler parlar ve böylece nöbetleşe parlayan kabarcıklar görülür. Bunun gibi insanlar da Allah’ın hidayet güneşinin ışıklarıyla parlayan kabarcıklar misali. Sahabeler parıldadılar, sonrakiler, sonrakiler ve sıra bizlerde. Onları aydınlatan, parlatan güneş, şimdi bizi de aydınlatıyor. Biz de sahabeler gibi yönelelim o güneşe. Biz de kalbimizi açalım onlar gibi. O zaman hayat ne kadar güzel, ne kadar anlamlı olacak. O zaman, yalan, aldatma, gıybet, zulüm, haksızlık ve nice cinayet olmayacak.

Muhammed İkbal de böyle bir imanı anlatıyordu. Hac dönüşü tespih, takke, seccade getiren hacılara, Hz. Ebubekir’in sadakatini, Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Osman’ın hilmini, Hz. Ali’nin ilmini getirseydiniz ya diyordu. Sahabenin imanıyla dönseydiniz ya. O eskimez, çıkmaz, kopmaz, sarsılmaz imanla...

Bir adam şöyle sormuştu:

“Ey Allah’ın Resulü, iman nedir?”

Şöyle buyurdu:

“Yaptığın iyilikten haz duyarsan ve yaptığın kötülüğe de üzülürsen, sen mü’minsin (iman sahibisin, iman etmişsin.)” (Taberânî)

İmanın bir amacı da insanı böyle olgunlaştırmaktır. Mü’min, daima iyilik yapmaya gayret eden, kötülük yapmaktan kaçınan insandır. Emin olan ve kendisinden emin olunandır. İbadetler ve güzel işler, sahibinin imanını olgunlaştırır.

Kalpte bulunan iman nurunu kemale erdirmek için Allah’a ibadet etmek, iyi işler yapmak gerekir. Çünkü eserleri günlük hayatta görülmeyen bir iman, meyve vermeyen bir ağaç gibidir. Dinin ve dinin temeli olan imanın da bir amacı vardır. Bu amaç, Allah’ın rızasını kazanmak, güzel ahlâk ve insanlara faydalı olmaktır. Allah Teâlâ’nın rızası ise, yalnızca iman etmekle değil; o imanın meyvesi olan ibadetle, güzel işlerle ve iyi ahlâk sahibi olmakla, yani inanılan şeylerin gereğini bilfiil yapmakla elde edilir.