“Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi,
kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak
bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır.
O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ,
o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve
âlem-i vücubun künûzunu dahi açar.” (Bediüzzaman, Sözler)
Muamma kelimesine “bilinemezlik, aklın gücünü aşan, çözümü çok zor problem” gibi manalar veriliyor.
Müşkilküşâ ise, zor olan şeyi açıp çözen demektir. Buna göre, enenin mahiyetini tam olarak bilmek insan idrakini aşmakla birlikte, birçok hakikatler de yine o enenin yerinde kullanılmasıyla açılıyor; nice bilinmez sırlar onun ile bir derece keşfedilebiliyor. Bu sırların başında “künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiye” gelir.
Künûz-u mahfiye, gizli hazineler demektir. İlâhî isimlerin gizli olmaları, görünmemeleri cihetiyledir. Bu isimler ancak tecellilerle kendilerini gösterirler.
Meselâ, Allah’ın Rezzâk ismi görünmez. Biz bu ismin varlığını rızıklar âlemini müşahede etmekle biliriz. Hayvanlar da rızıklanırlar, onlarda da Rezzâk ismi tecelli eder, ancak onlar bu İlâhî ismi bilmezler; sadece onun tecellilerinden istifade ederler. Çünkü kendilerinde ene (benlik duygusu) yoktur, yani insandaki mükemmel istidattan (yetenekler) mahrumdurlar. Bundan dolayı, bir rızıktan istifade ettiklerinde, “Ben bu rızka muhtacım, bunun bana gönderilmesine vesile olan ağaçlar, bostanlar, tarlalar ise beni bilmez, tanımazlar. Beni rızıklandıran ancak bütün bu sebeplerin sahibi olan Allah’tır” demekten, böyle bir tefekkürden ve marifetten mahrumdurlar. İşte eneyi doğru kullanarak bu hükme varan insan, künuz-u mahfiyeden Rezzâk isminin anahtarını bulmuş ve bu düşünceyle o hazineyi açarak Rezzâk’ını tanımıştır.
Bir böceğin rızkından, ağaçların rızıklarına, balıkların, ceylanların, rızıklarından tâ insanların rızıklarına kadar bütün rızık çeşitleri Rezzâk isminin hazinesinden gelen ayrı birer cevher, farklı birer pırlantadırlar.
…
Muhyi ismi ayrı bir hazinedir, o da görünmez. Karıncanın hayatından, balinanın hayatına, meleklerin ve cinlerin hayatlarından insanların hayatlarına kadar bütün hayat çeşitleri hep o ismin hazinesinden gelmektedir.
Bu hazineler cennette de gizli kalacaklar, orada da o esmânın hazinelerinden gelen daha mükemmel cevherler sergilenecektir. Öyle ki, Üstat Bediüzzaman’ın “Bize gösterdiğin numunelerin, gölgelerin asıllarını, membalarını göster” duasının verdiği derse göre, bu âlemde seyrettiğimiz ve istifade ettiğimiz bütün cevherler, cennettekilere göre gölge hükmünde kalırlar.
…
Kâinat ve insan.. Üstadın ifadesiyle birisi ağaç, diğeri ise onun meyvesidir. İşte enenin doğru kullanılmasıyla hem insanda, hem de kâinatta tecelli eden İlâhî isimler bilinir ve okunur. Kâinattaki varlıkların ne oldukları da ene sayesinde bilinir. İnsanın, akciğerlerini, kanını ve kanının hava ile temizlendiğini bilmesiyle, havanın yaratılış hikmeti ve tılsımı keşfedilmiş olur. İnsanla münasebeti olan bütün varlık âlemi aynı şekilde değerlendirilebilir. Hepsinin tılsımı ene ile yani insan ruhundaki o mükemmel istidat ile keşfedilir.
…
Kâinat tılsımının önemli bir ciheti de bu âlemin niçin yaratıldığıdır. İşte enenin doğru kullanılmasıyla, hadîs-i şerifte “ahiretin tarlası” olarak tavsif edilen bu âlemin tılsımı açılır ve bu kâinatın cennet veya cehennem meyveleri veren muhteşem bir ağaç olduğu bilinir. Üstat hazretleri bu âlem hakkında “Başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor” diyerek bu hakikate dikkatimizi çekmiş bulunuyor.
Bir sonraki cümlede şu hakikat dersi yer alır:
“O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar.”
Mahiyet bir şeyin “ne olduğu” sorusunun cevabıdır. Bir camiyi göstererek “Bu bina nedir?” diye sorduğumuzda “cami” cevabını alırız. Bir insana da “Sen nesin?” diye sorduğumuzda “İnsanım” diyecektir ve mahiyetini böylece dile getirecektir. Milyonlarca tür canlı içerisinde bu soru sadece insana sorulabilir ve gerekli cevap alınabilir.
İnsanın “O” diyebilmesi için “ben” diyebilmesi gerekir; ene (ben) diyemeyen hüve (Hu; O; Allah için kullanılan zamir) diyemez. “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hükmünce, kendini bilmeyen Rabbini de bilemez. Yani insan bir terbiyeden geçtiğini bilecektir ki, kendisini terbiye edeni bilebilsin. İşte ene, insanın mahiyeti demektir ve bunun şuurunda olması da nefsini bilmesidir.
Enenin kendi mahiyetini bilmesinin birçok alt şubeleri vardır. Ben insanım, kulum, mahlukum,…, demesi işin başıdır, bunu birçok dallar takip eder. Ben canlıyım, akıllıyım, şuurluyum, irade sahibiyim, severim, korkarım, şükrederim gibi ruha ait ana özelliklere, bedene ait olanları da ekleyebiliriz; ben iki göz, ilk el, iki ayak sahibiyim, kalbim, midem, ciğerlerim vardır gibi…
…
Enenin âlem-i vücubun künuzunu açmasına gelince:
Âlem-i vücub, “Cenâb-ı Hakk’ın zâtı, şuunatı, sıfatları, isimleri ve fiillerinin tamamına” denilir.
Bu noktaya kadar, insanın kendi mahiyetini doğru değerlendirdiğinde Allah’ın isimlerini, sıfatlarını ve şuunatını bir derece bilme imkânına kavuştuğunu açıklanmaya çalıştık.
İlave olarak şunu da kaydedelim:
Bilindiği gibi Allah’ın varlığı vacibdir, yani varlığı zâtındandır, olmaması muhaldir. Mahlukatın varlıkları ise mümkin grubuna girer. Mümkin, “olup olmaması müsavi (eşit)” demektir. İnsan, kendisinin mümkin bir varlık olduğunu bilmekle etrafındaki bütün eşyanın da mümkin olduklarını bilir ve bütün bu mümkünat âleminin vacip bir sahibi ve maliki olduğuna hükmeder.