TR EN

Dil Seçin

Ara

Yetişin Komşular!

Günlerden pazar, öğle sonu. Ayaklarımı uzatmış, güya tatil keyfi çıkarıyorum. Aman Allah’ım! O da nesi? Aşağı kattan bir feryat, bir figân koptu ki; sanırsınız adam boğazlıyorlar.

Bir kadın, canhıraş bağırıyor:

— Yetişin komşular! Ah amanın belim! Gavur musun be adam, kafama ne vuruyorsun, öldürecek misin beni! Yapma, ayaklarının altını öpeyim, vurma!

Hanıma seslendim:

— Duyuyor musun, hatun?

Sesi mutfaktan geldi:

— Duyuyorum, ne var? Adam karısını dövüyor...

— Ne demek karısını dövüyor?..

— Basbayağı, karısını dövüyor işte. Ne yapalım yani! Herhalde gidip adamın kapısına dayanmayı düşünmüyorsun?

— Ne biçim konuşuyorsun, kadın! Aynı şeyi ben sana yapsam, birilerinin koşup seni kurtarmasını istemez misin?

Alaylı bir sesle cevap verdi:

— Sen ha!

Haydi buyurun!.. Şimdi durup dururken, erkekliğimizi ispatlamak için, kadın mı dövelim yani? Şu bizim hanımı anlamak da zor. İpe sapa gelmez şeyler için gözyaşı döker, sokakta kimsesiz, sümüklü bir çocuk görse gözleri yaşarır; ama bir hemcinsi dayak yerken kılı kıpırdamıyor... Olacak şey değil doğrusu.

Tam o sırada telefon çaldı. Bir bu eksikti. Telefona mı cevap versem, gidip kadını mı kurtarsam? Ne ise belki önemlidir, önce telefona bakayım. Kadın biraz daha dişini sıksın...

— Buyurun.

— Ben beş numaradan Haydar! Gürültüyü duyuyorsunuz değil mi?

— Evet, adam karısını dövüyor...

— Günahtır kardeşim, olmaz böyle şey!

— Haklısın. Sevaptır, gel beraber gidelim; kadıncağızı adamın elinden kurtaralım.

Kısa bir suskunluk ve arkasından savunma:

— Benim gelmem iyi olmaz, ters tepki yapabilir... Adam bana dönüp, “Sen necisin?” demez mi?

— Ya bana da aynı şeyi sorarsa?

— Olur mu canım! Sen bugüne bugün apartman yöneticisisin. Yönetici demek, aynı zamanda zabıta demektir.

Vay, be! Adam bizi zabıta yaptı. Birazdan ordu komutanlığına terfi ettirirse şaşmam...

Kapı zili çaldı. Anlaşıldı, trafik sıklaşıyor... Kadıncağızın feryatları zilin sesini bastırıyor. Bizim hatun kişi, mutfakta aslî görevi ile meşgul, tındığı yok...

— Haydar Bey... dedim, kapı çalınıyor, kusura bakma.

Haydar Bey’in canına minnet:

— Bak kardeşim bak. Lütfen, adamın elinden bir kaza çıkmadan duruma müdahale et!

Öyle sinirlendim ki, neredeyse ağzımdan kötü bir söz çıkacak. Kötü söz yerine alayı tercih ettim:

—Tabi, efendim, tabi... Görevimi yapmam lâzım. Ne de olsa zabıta sayılırım.

Adamın yüzüne telefonu kapattım.

Kapıyı açtım. Altı numaradan Feyyaz Bey. Beti benzi atmış, nefes nefese ... “Duyuyor musun?” demeye kalmadı:

— Evet dedim, adam karısını dövüyor...

— Ama olmaz ki! 

— Doğru. Olmaz böyle şey! Gel, gidip adamın kapısına dayanalım, “Bu yaptığın insanlığa yakışmaz, bırak kadını!” diyelim.

Feyyaz Bey hepten telaşlı. Eli ayağı titremeye başladı.

— Ben gelemem... dedi, yetkim yok. Yönetici sizsiniz...

— Lâ havle! Yani, tek başıma, ben mi gideceğim? Bu apartmanda benden başka erkek kalmadı mı?

— Yetki sizde efendim. Duruma sizin müdahale etmeniz gerekir.

— Adam çam yarması gibi, ya gözümün üstüne bir yumruk indirirse?

— İndiremez efendim, yetkisi yok.

İşte size bir çeşit daha!.. Bu da yetki ile bozmuş... Haa! söylemeyi unuttum: Bizim Feyyaz Bey avukattır. Kanunları iyi bilir...

Hanım mutfaktan seslendi:

— Bey sakın aşağı ineyim deme, vallahi seni eve koymam!..

Cinler tepeme üşüştü.

— Sen işine bak kadın! Şurada erkek erkeğe konuşuyoruz, bir çaresini bulacağız elbette.

Bizimki, eli belinde, mutfak kapısında göründü. Feyyaz beyi göstererek:

— Pöh! dedi, erkeğe de bak! Ayol bunun şimdiden eli ayağı titriyor, neredeyse korkudan yere yığılacak.

Ne diyeyim, kadın haklı... Fırsat bu fırsat, Feyyaz Bey’e bir de ben yükleneyim dedim:

— Gördün mü Feyyaz Bey? Şerefimizi iki paralık ettin. Gel şu herifin kapısına dayanalım da erkekliğimizi kurtaralım...

Feyyaz Bey in avukatlık damarı kabardı:

— Hakaret ediyorsunuz, efendim. Evet, açıkça şahsıma hakarette bulunuyorsunuz. Teessüf ederim!

Feyyaz Bey küsüp gitti. Ne küsmesi canım, açıkçası tüydü işte...

Tam hanıma dönüp sitem edeceğim sırada eliyle telefonu gösterdi:

— Maşa varken, ne diye elini ateşe sokacaksın, bey... dedi. Aç, polis karakolunu ara, durumu bildir. Toplumun can güvenliğini sağlamak onların görevi.

Vay be! Nasıl oldu da bunu düşünemedim? Kadın bir kere daha haklı çıktı... Fakat yine de çatmam gerekiyor; fazla ileri gitti.

Hafiften gürledim:

— Ne diye bunu daha önce hatırlatmadın be kadın? İş işten geçtikten sonra akıl veriyorsun. Bak, kadının sesi kesildi, adam işini bitirdi galiba...

Amanın! Sen misin bunu söyleyen? Kadın “Daha işim bitmedi!” dercesine bir feryat kopardı ki, yürekler acısı.

Bizim hanımın bu kadar duygusuz olduğunu bilmezdim:

— Bak! dedi, vallahi kadın antremanlıya benziyor. Aç sen telefonu, o daha dayanır...

Güler misin, ağlar mısın? Kaldırdım ahizeyi, çevirdim numarayı:

— Alo, polis karakolu mu?

— Evet efendim.

— Komiser Bey’le görüşmek istiyorum, bir vukuat bildireceğim.

Karşıdaki sesin sahibi:

— Buyurun... dedi, komiserle görüşüyorsunuz, sizi dinliyorum.

— Efendim, ben filan mahallenin, falan sokağında, feşmekân bloklarında oturuyorum. Apartman yöneticisiyim. Bizim apartmanın yedi numaralı dairesinde oturan bey, karısını feci şekilde dövüyor. Kadıncağızın feryatları yürek sızlatıyor.

Komiser Bey, adresi tekrar ettirdi. Derhal bir ekip göndereceğini, benim aşağıya inip ekibi kapıda karşılamamı söyledi.

Aşağıya inmek üzere hazırlanıyordum ki, bizim hanım yine şom ağzını açtı:

— Bey! Sesler kesildi. İster misin, polis gelince, kadıncağız adamın korkusundan, “Yok bir şey; şikâyetçi değilim.” desin...

— Oldu olacak, gel şu hikâyeyi sen yaz bari!.. İşte o zaman mahalleye rezil olduğumuz gündür. Yapma hatun, işin şakaya gelir tarafı kalmadı; sinirlerim fena halde gergin.

— Haydi, haydi... Bozma moralini, sen komşuluğun ve insanlığın gereğini yapıyorsun.

Merdivenlerden inerken mırıldandım: “Her şey bir yana, şu bizim hatun akıllı kadın doğrusu... Hakkını yememek lâzım.”

Beş dakikaya kalmadan ekip otosu, “Açın yolları!” dercesine siren çalarak siteye girdi. Bütün mahalleli pencerelere, balkonlara üşüştü.

Şu polis otosu da gelirken ne diye siren çalar bilmem? Suçluya, “Kaç geliyorum!“ dercesine... Polis otosu bizim blokun önünde durdu. Aynı anda yaşlı bir kadın balkondan aşağı sarkarak bana seslendi:

— Ne var kardeş, ne olmuş?

Kendi kendime mırıldandım: “Elinin körü olmuş!”

Çoluk çocuk eğlenceye koşar gibi, ekip otosunun etrafını sardı. Bir polis çocukları dağıtmaya çalışırken, elinde telsiz tutan bir başka polis bana sordu:

— Şikâyetçi siz misiniz?

Buyurun dostlar! Şikâyetçi durumuna da düştüm... Yahu dayağı yiyen ben miyim ki, şikâyetçi ben olayım? İnsanlık ve vatandaşlık görevimizi yapıp vukuatı bildirdik.

— Memur Bey, apartman yöneticisiyim. Yani, konu şahsımla ilgili değil. Komiser Beye arzetmiştim...

Polis memuru, “Kısa kes” der gibi:

— Peki, peki! Anladık... Bize vukuatın geçtiği daireyi gösterin!

İki polis memuru daha gelip ekip şefinin yanında yerini aldı. Birlikte merdivenleri çıkmaya başladık.

İçimden dua ediyorum: “Allahım, inşaallah adam ekip otosunun geldiğini duymamıştır da karısını dövmeye devam eder.” Öyle ya, suç üstü yakalatmak daha inandırıcı olacak.

Vukuatlı dairenin kapısına gelince, duamın kabul görmediğini esefle müşahade ettim. En ufak bir ses duyulmuyordu.

Ekip şefi zile bastı. Kadının kocası kapıyı açtı. Hiç bir şey olmamış gibi, gayet sakin görünüyordu:

— Buyurun polis efendi... dedi.

Ekip şefi, yanındaki polise sordu:

— Bu adam iki ay önce hakkında zabıt tuttuğumuz arsa komisyoncusu değil mi?

— Evet efendim, aynı arsayı üç kişiye satan adam... Mahkemesi devam ediyor.

Ekip şefi adama döndü:

— Hakkında şikâyet var, hemşerim! Karını dövüyormuşsun.

Adam bana “Sen görürsün.” der gibi bir yan bakış fırlattı. Polisin de söylediğine bakın “Hakkınızda şikâyet var.” Eh, ne yapalım, apartman yöneticisi olmak kolay değil. Kenarından köşesinden bu işe bulaştık bir kere... İçimden bir isyan yükseliyor: “Ey komşular, ey insanlar, ey Müslümanlar neredesiniz?” Apartmanda çıt yok. Kapıma gelen, telefon eden, kadıncağızın feryatlarını işiten komşularımız yok ortada. Belâya bulaşmamak için hepsi sinmişler evlerine... Bir ben varım... Yönetici ve şikâyetçi olarak.

Ekip şefi sertleşti:

— Karını çağır! dedi, şikâyetçi olup olmadığını soracağız.

Duydunuz mu dostlar? Şikâyetçi olup olmadığını soracakmış... Ya kadın—bizim hanımın dediği gibi—“Şikayetçi değilim.” cevabını verirse ne olacak? Adam zebani gibi. Beni bir köşede kıstırırsa pestilimi çıkarır. Nereden bulaştım bu işe? Ey komşular, ey Müslümanlar çıkın ortaya! Bakın işte polis de geldi. Korkacak ne var? “Duyduk.” deyin. “Adam bir saattir evire çevire karısını dövüyordu.” deyin. Ortada belli bir haksızlık var. Neden susuyorsunuz? Neden evlerinize saklandınız? Peygamberimiz, “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” buyurmuyor mu? Haksızlar kadar cesur olamaz isek, hakkı çiğnenenleri kim koruyacak? Yarın sizin de başınıza bir haksızlık gelmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiniz? Komşuluk hakkı bu mudur?

Adam karısını çağırmak niyetinde değildi. Ellerini ovuşturarak:

— Polis efendi... dedi, karımın bir şikâyeti yoktur. Bilirsiniz evlilik hâli... Biraz tatsızlık oldu ama, sulh ile bitirdik.

Ekip şefi kızdı:

— Sana karını çağır diyorum!

Nihayet içeriden kadının sesi geldi:

— Bırak beni, bırak da hükümete hâlimi arzedeyim. Sizin bana yaptığınızı gâvur olsa yapmaz!

Ekip şefi adamı itti:

— Çekil yolumuzdan!

Aynı anda iki polis adamı kollarından yakaladı. Nihayet kadıncağız kucağında yedi-sekiz aylık bebeğiyle göründü. Perişan bir haldeydi.

Doğu şivesiyle:

— Hay sizin elinizi ayağınızı öpem! Size kim haber verdiyse Allah ondan razı olsun! Bu adam anasıyla bir olup beni dövüyorlar. Şu hâlime bakın! İnsan olan insana böyle cefa eder mi? Kapıyı üzerime kitliyorlar, kimseye hâlimi arzedemiyorum. Canımdan bezdim. Kucağımdaki şu sabi olmasa vallahi canıma kıyacağım.

İçimden: “Hey! komşular, duyun!” dedim. “Bunun hesabını yarın ahirette nasıl vereceğiz.”

Ekip şefi adama bağırdı:

— Çağır anneni de! Kadının söylediklerini duydun.

İşin ciddiyetini anlayan kaynana çıkageldi. Yüzünde şark çıbanından kalma derin bir yara izi. İri yarı, erkek bozması gibi bir kadın. İnsan bakışlarından korkuyor. Masallarda okuduğumuz “eşkiya anası”na benziyor. Adama ne gerek, bu dev anası bile tek başına kadıncağızı evire çevire döver.

Yüzünde en ufak bir korku izi yok. Elini beline koyup öyle bir kasılışı var ki, sanki ekip şefi o.

Oğluna çıkıştı:

— Ula Husso! Zaptiyenin evimizde ne işi var? Adam mı kesmişiz, bu ne hal?

Ekip şefi güldü. Tecrübeli olduğu her halinden belli. Kim bilir, her gün bunun gibi niceleriyle karşılaşıyor.

Telsizin düğmesine bastı.

— Şahin Bir! Şahin Bir! Kartal İki, Şahin Bir’i arıyor! Tamam!

— Şahin Bir dinlemede!

— Komiserim, olay ciddi, dövülme işi gerçek. Adam anası ile bir olup karısını fena halde dövmüş. Tamam!

— Anlaşıldı Kartal İki! Üçünü de getirin ifadelerini alalım.

— Anlaşıldı Şahin Bir!

Olayın kahramanları önde, polisler arkada merdivenlerden iniyoruz.

Aşağıya inince başımı kaldırıp baktım, bütün komşular pencerelere üşüşmüş, bizi seyrediyor. Vah size, vahlar size!

Ekip şefine yaklaştım:

— Memur bey, benim gelmeme lüzum var mı?

Elini omzuma koydu:

— Hayır beyefendi, dedi. Teşekkür ederiz. Siz vatandaşlık görevinizi yaptınız. Kadın şikâyetçi olduğuna göre, sizin gelmenize gerek kalmadı.

Sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi:

— Endişelenmeyin, sizin kılınıza bile dokunamaz. Buna rağmen bir şey yaparsa, anasından emdiği sütü burnundan getiririm, tamam mı?

— Teşekkür ederim, memur bey. Çok iyi bir insansınız.

Ekip otosu yükünü aldıktan sonra, yine siren çalarak gözden uzaklaştı.

Bu olay ilk olmadığı gibi son da olmayacaktı. Sen, ben, o, bizler... Kalabalık şehirlerde yaşayan herkes, bu tür olayları ya bizzat yaşamakta veya şahit olmakta. Köylerde, kasabalarda, küçük Anadolu şehirlerinde bu tür olaylara çok az rastlanır. Çünkü oralarda herkes birbirini tanır. Akrabalık, komşuluk, dostluk, arkadaşlık, hemşerilik bağları güçlüdür. Şu veya bu sebeple birbirinin çayını içmiş, yemeğini yemişlerdir. Sokakta birbirini görünce selamlaşır, hâl hatır sorarlar. Birbirinin sevincini ve acısını paylaşan insanlar arasında kötülük barınamaz. En küçük anlaşmazlıkta, mahallenin büyükleri ve hatırı sayılan insanları araya girerek problemi büyümeden çözerler. Kötü mizaçlar, üzerlerinde çevrenin sosyal baskısı olduğu için, devamlı izlendiklerini bilir, kötülük yapmaya cesaret edemezler.

Ya büyük şehirlerin insanı öyle mi? Bir apartmanda, bir köy kadar nüfus barınır. Her biri Türkiye’nin değişik bölgelerinden kopup gelmiş, gelenekleri, görenekleri, huyları farklı insanlar aynı apartmanı paylaşıyor. İş güç peşinde koşuşturmaktan birbirini tanıyacak vakitleri yok. Bakarsınız aynı mahallede hatta aynı apartmanda bir sene oturmadan komşunuz taşınıvermiş. Gelenler, gidenler, yabancı yüzler; kimin evine kimin girdiği belli değil...

Hangi evde et, hangi evde taş pişer bilinmez... Sokakta yürüyen şu adam deli midir, veli midir? Apartmana giren şu iki kişi, hırlı mıdır, hırsız mıdır? Bir genç kız, yolda ürkek adımlarla hızlı hızlı yürüyor. Onu takip eden delikanlı, kardeşi midir, akrabası mıdır, sarkıntılık yapan bir serseri midir? Ne sen dönüp sorabilirsin, ne de o genç kız senden yardım isteyebilir... Sana nasıl güvensin? Sen de arkasında yürüyen genç gibi, yabancı birisin.

İnsanların birbirine böylesine yabancılaştığı bir toplumda, kim dinler komşu haklarını? Kim koşar mazlumun imdadına?..