TR EN

Dil Seçin

Ara

Sana Bir Hafta Süre

Sana Bir Hafta Süre

Aklına Zafer dergisinde işlenmesi gereken önemli bir konu geldiğinde, kendisine yakın bulduğu yazarlardan kimin alanına giriyorsa, saat gecenin kaçı olursa olsun, telefonla arar, uykudan kaldırır, “Bu konu çok önemli, not al, bir hafta içinde yazı elime ulaşmış olmalı.” derdi. Yazıyı almadan peşimizi bırakmazdı. Gecenin yarısında arayıp yazı istediği dostlarından biri de Dr. Haluk Nurbaki idi. Rahmetli, bir hastası arıyordur diye, uykusundan uyanır, telefonu açar, bir de ne görsün, arayan Hüseyin’dir. “Gecenin bu saatinde ne istiyorsun, aklına yine ne geldi, Adapazarı’nın Delisi?” diye takılırdı.

Gecenin geç saatlerinde aradığında, eşim önemli bir haber veya acil bir durum var diye telaşlanırdı. “Satı anneme söyle hakkını helal etsin, onun için çok dua ediyorum.” diye onun da gönlünü alırdı. Kendisi kabul etmese de birçok kez kerametlerine şahit oldum. Yıllar önce yine bir gece yarısı aradı. Tıbbi ve İslâmi yönleriyle birlikte tüp bebek konusunu yerli ve yabancı kaynakları araştırarak bir yazı hazırlamamı istedi. Ben de bu konunun kadın-doğum uzmanlarının alanına girdiğini söyleyerek işten kaçmak istedim. Ne mümkün. “Hayır, sen yapacaksın, bir hafta içinde yazıyı istiyorum.” dedi, kestirip attı…

Sonuçta yazıyı yazdım ve hazırladığım araştırma yazısı çok beğenilmiş, kapak konusu yapılmıştı. Hüseyin’i arayıp teşekkür ettim. “Yazım kapak konusu oldu diye fazla havalanma!” dedi. Bunun bir uyarı olduğunu nerden bilebilirdim. Zafer’in Cağaloğlu’ndaki bürosuna uğradım. Hüseyin yoktu. Arkadaşlara gösterip hava atmak üzere birkaç tane dergi aldım, çantama koydum. Motosikletime bindim, Bakırköy’deki evime gitmek üzere sahil yoluna girdim. Nasıl gururluyum anlatamam. Eşimin ve mesai arkadaşlarımın dergiyi görüp beni nasıl tebrik ettiklerini hayal ediyorum. Yenikapı’yı geçtim, Zeytinburnu’na doğru yol alıyorum. Başım yukarıda. Üzerime boşanan pis sular beni başta aşağı ıslatınca kendime geldim. Patlayan lağım suyu mu desem, değil! Daha kötüsü. Ne olup bittiğini anlamak için sahil tarafına geçtim. Öğürmekten içim dışıma çıktı. Meğer Zeytinburnu’ndaki tabakhanelerin deri artıklarını taşıyan boru patlamış. Yolda birikmiş lağım kokusundan daha beter bu suyun üzerinden geçmişim.

Denize indim, don-atlet kalıncaya kadar soyundum. Elbiselerimi ve motosikletimi deniz suyuyla yıkadım. Koku gidecek gibi değil, elbiseye ve motosiklete sinmiş. Bir şekilde eve gidip elbiseleri çöpe atmaktan ve banyoya girmekten başka çare kalmadı. Yolda giderken insanlar dönüp bana bakıyor, burunlarını tıkıyorlar. Güç bela oturduğumuz apartmanın önüne geldim. Gelirken, kapının önünde ve balkonlarda kimse olmasa diye de dua ediyorum. Aksilik bu ya, birkaç komşuya yakalanmaktan kurtulamadım. “Hocam bu ne hal?” diyene dönüp cevap verecek halim yok, motosikleti dışarıda bıraktım, kendimi eve zor attım. 

İyi ki evde hanımdan başka kimse yok. Çocuklar kursa gitmişler. Hanım beni görür görmez cin çarpmış gibi bastı feryadı! “Nedir bu halin? Bu nasıl bir koku? Nerden geliyorsun?” Sorular peş peşe. Cevap vermeme fırsat kalmadan, “Lütfen çık dışarı!” demez mi! Yapma hanım! Bu halde nereye çıkayım? Aklıma balkona çıkmak geldi. Üstümü çıkardım, çöp kutusuna koydum. Don-atlet banyoya koştum. 

Yarım saat boyunca yıkandığım, iç çamaşırına kadar bütün elbiselerimi sokaktaki çöpe konteynerine attığım ve evin içine en ağır spreyler sıktığım halde bir hafta boyunca kokudan kurtulamadık. Meğer Hüseyin kardeşim, başıma gelecekleri hissetmiş, “Fazla havalanma!” diye beni uyararak keramet göstermişti. 

...

Her tabakadan ve her seviyeden insanla kolayca iletişim kurar, gençle genç, yaşlıyla yaşlı olurdu. Özellikle gençlerle diyaloğu çok iyiydi. 

Yüzü hep ahirete dönük yaşadı, dünyaya itibar etmedi. Çok sevdiği Rabbine ve Peygamberine kavuştu. Mekânı cennet olsun. Yazdığı kitaplar ve yetiştirdiği onlarca genç, sadaka-i cariye hükmünde amel defterini hep açık tutacaktır.