TR EN

Dil Seçin

Ara

“Bana Bak, Aradığını Sana Bildireceğim”

“Bana Bak, Aradığını Sana Bildireceğim”

Memleketin dünyaydı. Dünya, seni ağırlayan bir misafirhaneydi. Sen de nazlı ve nazdar bir misafir. Dünya seni ağırlarken sen binbir hissi ağırlıyordun. Halden hale geçiyordu kalbin. Tatmadığın duygu, girmediğin halet-i ruhiye yoktu.

Semaya benziyordu kalbin.

Seferi bulutların seyri süluk ettiği masmavi bir yol gibi.

Sert, haşin bir rüzgâr dövüyordu yeryüzünü. Camlar zangırdadı, arabaların alarmları çaldı, kediler kuytu köşelere sindi. Kuşlar oluklara sığındı.

Başını kaldırıp o an yaratılmakta olan enfes manzaraya baktın.

Aradığını bulduracaktı sana rüzgâr. Bilemediğini bildirecek, görmediğini gösterecekti.

Sen, kâinattan Yaratıcı’sını soran bir seyyahtın. İşin de buydu gücün de. Her sabah evinin kapısından çıkıp akşam yeniden girmenin manası da buydu. Doğumunun da ölümünün de tek bir sırrı vardı: O’nu tanımak, O’nu bilmek.

 “Bana bak, aradığını sana bildireceğim.” dedi sema.

Baktın.

Kara bulutlar sema boşluğunu kaplamış, düzen ve intizam içinde bir kumandandan emir bekler gibi bekliyorlardı. Yağmur ha yağdı ha yağacaktı. Dün geceyi hayal ettin. Göz kırpıştıran yıldızlarla her gün farklı yaratılan bir manzara sana sırlar sundu. “Rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat” sana Yaratıcı’nın mutlak varlığını fısıldadı.

Yaratıcı seni kendine muhatap etmiş, sırlarını açmıştı.

Daha ne istiyordun.

Müthiş bir gök gürültüsü şehrin altını üstüne getirdi. Tatlı bir korkuyla sarsıldı için. Patlayan ses içinde de patlamıştı. Rüzgâr uğulduyor, gök ikide bir çatlayıp yırtılıyordu. Şimşekler birbiri ardına havai fişekler gibi patlıyor, bulutları bir sinema perdesine çeviriyordu. Gökyüzü bir kararıyor bir pırıl pırıl yanıyordu.

Her şey bir emir kuluydu. Sevinçle, heyecanla, neşeyle emirleri yerlerine getiriyorlar, “bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârane ve alîmane ve hayatperverane istihdam olunuyor”lardı.

Bir sağanaktır boşandı.

Artık, nefs-i emmarenin susma vaktiydi.

Ne ben değersizim, varlığımla yokluğumun bir farkı diyebilirdi, ne de Allah beni unuttu diye çocuksu bir küskünlüğe sığınabilirdi nefsin.

Semanın kapısını araladı melekler. Kapıdan sonsuz merhamet fışkırdı. Nefesi kesilen yeryüzü derin bir nefes alıp tekrar rüzgârlandı.

“O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki..”

Yağmura rahmet namı verilmişti.

Dışarı çıktın. Şemsiyeyi evde bıraktın.

Yürüdün, yürüdün, yürüdün.

Düşen katreler kalbinin derinliklerine süzüldü, ruhuna işledi.

Seni ıslatanın rahmet olduğunu bildin.

En azından, “Rahman-ı Rahîm’in hazine-i gaybiye-i rahmetinde” yapılan yağmurun altında bir değerim yok benim, deme Allah aşkına. Daha doğrusu şımarık ve haddini bilmez nefs-i emmarene aldırma.

Saplanıp kalma mahrum olduğun şeye ya da şeylere.

Başını kaldır, bir seyyah olduğunu hatırla ve kâinatı dinle.

“Bana bak, aradığını sana bildireceğim.” sözünü duyacaksın. Aradığımız O’nun rahmetinden başka nedir ki?