TR EN

Dil Seçin

Ara

Cihad ‘Savaşmak’ mıdır? / Nur’dan Cümleler

“Bizim düşmanımız, ‘cehalet, zaruret, ihtilâf’tır. Bu üç düşmana karşı ‘sanat, marifet, ittifak’ silahıyla cihad edeceğiz.”

Divan-ı Harb-i Örfî

 

GÜNÜMÜZDE BİR ÇOK TERÖR EYLEMİNİN FAİLLERİ CİHAD YAPTIKLARINDAN SÖZ EDİYORLAR.

TERÖR VE CİHAD KELİMELERİNİN BİRLİKTE ZİKREDİLMESİ ÇOK ACI. HER TÜRLÜ TERÖRÜN KÖKÜNÜ KESECEK BİR KAVRAMIN, BÖYLE TERS BİR YERDE KULLANILMASI İNSANI ÇOK DÜŞÜNDÜRÜYOR. ACABA BUNU KASTEN Mİ YAPIYORLAR? YERYÜZÜNDE İSLÂMA GÖSTERİLEN İLGİYİ BİRİLERİ BÖYLECE BALTALAMAK MI İSTİYOR? YOKSA BAZI YAZARLARIMIZIN ISRARLA SAVUNDUKLARI GİBİ, TERÖR ÖRGÜTLERİNİN ARKASINDA BELLİ DEVLETLER Mİ VAR? VE BU CİHAD YAKIŞTIRMALARI ONLARIN ESERİ Mİ?

HER NE İSE. İŞİN SİYASÎ BOYUTU BİR TARAFA, BİZİM CİHAD KONUSUNDA HİSSİYATTAN UZAK BİR SORGULAMAYA GİTMEMİZ GEREKİYOR.

 

Sorgulamamıza, Enbiya Sûresinden bir âyet-i kerime meali ile başlayalım:

(Resulüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Enbiya Sûresi, 107

Bu âyet-i kerime, aynen Kuran-ı Kerim için de geçerlidir. Kuran da ancak ve ancak âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

Şimdi tarih bilgilerimizi bir an için kenara koyalım. Haçlı seferlerini ve hâlen bir başka türlü devam eden haçlı zihniyetini de kısa bir süre unutalım. Bir nevi kan davası güderek, mazinin öcünü, halden ve istikbalden almak isteyen hissiyatımızı birazcık olsun susturalım ve meseleyi akl-ı selimin hâkimliğinde, tarafsız bir tartışmaya açalım.

Kimler bize ne yapmışsa yapmış, biz olayları ve şahısları bir yana bırakıp kendi içi âlemimizde Kuranı ve onun cihad emrini doğru anlayıp anlamadığımızın bir sorgulamasını yapalım. Sonra olaylar ve şahıslar üzerinde gerekirse duralım.

Önce kendimize şu soruyu soralım: Hristiyan âlemi de bir “âlem” midir? Eğer bir âlem ise Peygamberimizin o âleme rahmet olması nasıl gerçekleşecektir?

Varacağımız sonuç şu olsa gerek:

Eğer biz Kuran hakikatlerini Hristiyan âlemindeki fertlere ulaştırmakla, onların teslisdenilen üç ilâh safsatasından kurtulup tevhide ulaşmalarına vesile olabilirsek işte o zaman Peygamberimizin âlemlere rahmet oluşundan, Hristiyan âlemi de hissesini almış olur.

İncilde Peygamberimizin geleceğine ait çok âyetler mevcut. Ayrıca, Hazret-i İsa Aleyhisselam, Hristiyanlık âlemine ahirzaman peygamberinin gelmesini defalarca müjdelemiş. Cihad kavramını kendilerince yorumlayan bir takım çevreler, Müslümanlara birer cellat rolü yüklüyor ve Hristiyan âlemine öylece takdim ediyorlar. Eğer bunların gittiği yol doğru ise, o zaman İsa Peygamberin müjdesine ne mânâ vereceğiz? Bu müjde bir ölüm haberi olmasa gerektir.

İsterseniz meseleyi daha geniş dairede ele alalım. Cenab-ı Hak, peygamberlerini insanlara niçin göndermişti?

Bu sorunun cevabını sıhhatlice ararsak karşımızda şu gerçeği buluruz: Allah, peygamberlerini kullarına bir beşir ve nezir olarak göndermiştir. Yani onlara iyiliği emretsinler ve bu emirleri tutmanın mükâfatını kendilerine müjdelesinler, ayrıca onları kötülükten men etsinler ve isyan yolunun cehennemle sonuçlanacağı konusunda onları tehdit etsinler diye. Müjdeleme ve korkutma tebliğin iki ana koludur. Her ikisinde de, Allah’ın rahmeti esastır. Yani, peygamberler iyiliğe teşvik ederken de Allah’ın rahmetini sergilerler, kötülükten yasaklarken de. Çünkü doğruya gitmek kadar, yanlıştan kaçmak da kulun menfaatinedir.

Peygamberler ümmetlerine bir rahmet olarak gönderilmişlerdi. Eğer onları cezalandırmak için gönderilmiş olsalardı, Cenab-ı Hak, bir fırtınanın, bir yağmurun, bir yer sarsıntısının yapabileceği işi seçkin bir kuluna yükler miydi? Kaldı ki böyle bir anlayışa göre, vahiy meleğinin Cebrail aleyhisselam yerine Azrail aleyhisselam olması İlâhî hikmete daha uygun gelmez miydi?

Bu İlâhî tercih ve takdir bizi düşünmeye sevk etmeli değil mi?

Sakın biz cihadı yanlış anlamış olmayalım!?

Şimdi insafla düşünelim. Yanlış yolda giden insanlar da Allah’ın kulları değiller mi? Onlar bize hücum etmedikleri sürece onlarla sulh içinde yaşamak ve bu barış ortamından azamî ölçüde faydalanarak onlara hakkı ve hakikati anlatmak bizim görevimiz değil mi? Bu kulların küfürden imana, dalaletten hidayete, isyandan itaate çevrilmeleri için gayret göstermemizden Cenab-ı Hakk’ın razı olacağında şüphe olmasa gerek.

Şu anda Hristiyan ülkelerde demokrasi adına her türlü fikir ve inanca azamî ölçüde hürriyet tanındığını biliyoruz. Bu fırsatı ganimet bilip o ülke insanlarına iman ve Kuran hakikatlerini tebliğ etmek yerine, maziyi kurcalayarak, yahut ancak devletler arasında halledilebilecek siyasî problemleri çözme görevi üstlenerek bu fırsatı kaçırırsak acaba âhirette sorumlu olmaz mıyız?

Soru yine aynı soru:

Acaba biz cihad kavramını doğru anlıyor muyuz?

Peygamberimizin ahirzaman peygamberi olduğunda şüphemiz yok. Ondan sonra peygamber gelmeyeceğine göre kıyamete kadar gelecek bütün insanlara İslâm’ın ve imanın tebliğ edilmesi onun ümmetine tevdi edilmiş mukaddes bir görev olmuyor mu? Madem ki bu görev Müslümanlara düşüyor, onlar küfür bataklığına düşmüş yahut düşürülmüş insanları nasıl kurtaracaklardır? Bu konuda, onlarla sürekli savaş etmek bir yol mudur? Dinde zorlama yoktur.’’(Bakara Sûresi, 256) âyetiyle bu yolu nasıl bağdaştıracağız?

Yine çok iyi biliyoruz ki, Hz. Muhammedin (asm) âleme teşrifinden sonra artık kıyamete kadar gelecek bütün insanlar Onun ümmetidirler. Ama bu ümmeti, âlimlerimiz iki grupta mütalaa ediyorlar: Birisi ümmet-i icabet, yani Allah Resulünün çağrısını kabul eden insanlar ki bunlar, Müslümanlardır. Diğer gurup ise ümmet-i davet, yani İslâm’a davet edilecek insanlar. Cihadı sadece savaş olarak yorumlayıp, Peygamberimize ümmet olmaya aday olan bu insanlarla sürekli harp hâlinde bulunacaksak bu daveti ne zaman gerçekleştireceğiz?

Sakın burada bir yanlış yapıyor olmayalım?

Şu da var ki, birçok İslâm ülkesinde çoğu zaman milletve devletkavramları birbiriyle karıştırılır; İslâm’ın millete tebliğ edilmesi yerine devlete tatbik ettirilmesi yoluna gidilir. Ve cihad denilince hep bu ikinci şık anlaşılır. Bu şekilde düşünenler devletçe bir tehlike olarak görüldüklerinde de, artık millete el atmaları, onlara hakkı ve hakikati tebliğ etmeleri imkânsız hâle gelir.

Cihad çok özel bir kelimedir. Harpten ve kıtalden çok daha şümullüdür. Çünkü cihad, cehd etmek, olanca gücüyle çalışmakdemektir. Bu görevi fıkıh sahasında yerine getiren muhterem zevata da müçtehitdenir.

Nefisle ve şeytanla mücadele cihad olduğu gibi, gerektiğinde düşmanla harp etmek de cihaddır. Ama cihad sadece harp etmek değildir. Ve cihadı harpten ayıran en önemli şart, fi sebilillah(Allah yolunda) olması, i’lâ-yı kelimetullah için yapılmasıdır. Buna göre, hakkın ilâsı yani yüceltilmesi için yapılan harpler cihad olduğu halde, sırf toprak kazanmak için yahut menfaat temini için yapılan savaşlar bu tarifin dışında kalır.

Gelelim meselenin bir başka boyutuna:

Müslüman bir devlet, komşusu olan gayr-i müslim bir devletle sulh içinde yaşayabilmektedir. Ahitlerle, anlaşmalarla ilgili fıkıhta bir hayli hüküm vardır. Eğer cihad, düşmanlarla durmadan harp etmek ise, bu hükümlere ve asr-ı saadetten beri yapılan uygulamalara ne mânâ vereceğiz?

Şu var ki, gayr-i müslim bir devlet, İslâm için tehlike arz ediyorsa, Müslümanlara saldırma hazırlığı içindeyse, o taarruza geçmeden onunla savaş yapılabileceğini İslâm harp hukukundan öğreniyoruz. Yine bir gayr-i müslim devletin içinde İslâm’ı yaşayan insanlara zulmediliyorsa, onlara dinlerini bırakmaları hususunda baskı uygulanıyorsa o masumları kurtarmak için harp etmek de i’lâ-yı kelimetullah şartını taşır. O ülke fethedilir ve bütün insanlar dinlerini yaşamakta serbest bırakılırlar. İslâm’ı kabul etmeyenlerden cizye denilen bir vergi alınır ve dinlerine karışılmaz.

Şimdi şu soruya cevap arayalım: Eğer cihad, kâfirlerle durmadan harp etmek ise içimizde yaşayan ve cizyesini ödeyen bu insanlarla nasıl sürekli harp edeceğiz? Halbuki İslâm hukukuna göre böyle anlaşmalı bir zımmî vatandaşı öldürmek, bir Müslümanı öldürmek gibi mesuliyeti mucip. Bu yanlış cihad anlayışıyla fıkıh hükümlerini nasıl bağdaştıracağız?

Öte yandan, cihad sadece harp etmek olarak anlaşıldığında Avrupa ülkelerinde, Amerikada, Japonyada yaşayan Müslümanlar cihad etme şerefinden mahrum mu kalacaklar? Yoksa mücahit olmaları için ülkelerinde anarşi çıkarıp sınır dışı edilmeleri mi gerekiyor?

Bütün bu noktaları nazara alarak iyice bir düşünelim:

Acaba biz cihadı yanlış anlamış olmayalım?

Bilindiği gibi irşadın en birinci basamağı iman konusunda yapılan irşattır. Daha sonra İslâm’ın yaşanması hususunda Müslümanların ikaz edilmeleri gelir. Bugün, ülkemizin dışındaki gayr-ı müslimlere İslâm’ın silah yoluyla ulaştırılamayacağı kesin olduğuna göre, biz nazarımızı içimize, ülkemize çevirsek imana susamış, İslâm’ın nuruna muhtaç, hidayete muhtaç, ahlâka muhtaç bir hayli insan görmeyecek miyiz? Bunlar bize deseler ki, siz himmetinizi kıtalar aşırı gönderirken bizi niçin ihmal ediyorsunuz? Biz insan değil miyiz, biz muhtaç değil miyiz? Bu ayırımcılığı niçin yapıyorsunuz?

Kendilerine bilmem ikna edici bir cevap verebilir miyiz?

Cihad yoluna çıkanlar konuya böyle yaklaşsalar, sanıyorum, oturdukları mahallede kendilerine bir ömür boyu yetecek iş bulabilirler. Değil dış ülkelere, yaşadıkları şehrin dışına bile çıkamazlar.

Tebük seferi dönüşü, Allah Resulü’nün (asm) “Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” buyurduklarını bilirsiniz. Bu peygamber kelamında düşmanla harp etmek küçük cihad, nefisle harp etmek ise büyük cihadolarak takdim ediliyor. Gerçekten de öyle değil mi? Bizim büyük cihad sandığımız harplerde, bir Müslüman ölürse şehit olur, kalırsa gazi. Ama küçük sandığımız o nefisle cihadda yaralananlar günahkâr ve âsi olurlar, ölenlerin ise küfür üzere ölmeleri söz konusudur. Mağlubiyetin sonucu bu kadar dehşetli olunca, cihadın büyüğünün de nefisle cihad olduğu daha iyi anlaşılmıyor mu?

Acaba, diyorum, nefsimiz bu büyük cihaddan kaçmak için mi, savaştan yana oluyor?

Meselenin çok acı bir yönüne de değinmeden geçemeyeceğim:

Siz güçlü iseniz, sizi normal yollarla yıkamayacağını anlayan rakipleriniz anarşi ve terör yoluna gider, sizi böylece zayıflatmak isterler. Bunu yaparken de kendi zafiyetlerini peşinen kabullenmiş olurlar. Bazı Müslümanlar, güçlü olmak için, maddeten terakki etmek gayesiyle çalışma yerine, gelişmiş ülkelere terör saldırıları düzenleme yoluna itilmişlerse, bunu İslâm’ın izzetiyle bağdaştırmak mümkün mü?

Gerçek cihad, güçlü düşmanı terörle vurmak değil ondan daha güçlü olmaya çalışmaktır.

Osmanlı’nın o çöküş döneminde Bediüzzaman Hazretlerinin ortaya koyduğu şu reçeteye bir bakalım:

Bizim düşmanımız, cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı ‘sanat, marifet, ittifak’ silahıyla cihad edeceğiz.” (Divan-ı Harb-i Örfî)

Bu cümleler bir asır öncesinden bize sanki şöyle haykırıyorlar:

Cihad edecekseniz, cehaletle cihad ediniz, onu yenmeye çalışınız. İslâm ülkeleri arasındaki ihtilafla mücadele ediniz; onları İslâm birliğine doğru yol aldırınız. Ve fakirlikle, yoksullukla zaruretle cihad ediniz; güçlü bir toplum olmaya çalışınız.”

Bu tavsiyelere uymamanın sonu, geri kalmak ve ezilmektir. Ezilen bir toplum içinden terörist çıkarmak ise bu işin ustası olmuş odaklar için hiç de zor değildir.

Son olarak, başarıya ulaşmış bir cihad modelinden de ana hatlarıyla söz etmek isterim:

Allah yolunda cihad etmek isteyenler için birinci ve vazgeçilmez şart, içinde yaşadıkları zamanı iyi tanımalarıdır. Bu konuda Bediüzzaman hazretlerinin tespiti, zaman şahs-ı manevi zamanıdır.” şeklindedir. Artık devletler yerine fikirler çarpışmakta ve bu savaş sınır tanımamaktadır.

İkinci şart, hastalığı doğru teşhis etmektir. Bu konudaki Bediüzzaman teşhisi zaaf-ı diyanet” şeklindedir.

Üçüncüsü, yapılacak cihadın şeklini tayin etmektir. Bu konudaki Bediüzzaman modeli ise cihad-ı manevî” dir. Bu cihad, silahla değil, ilimle, ikna ve irşad yoluyla yapılır.

Dördüncüsü, bu cihadı yaparken uygulanacak esasları iyi belirlemektir. Bu esaslar Nur hizmetinde müsbet hareket” şeklinde özetlenen bir düsturlar zinciriyle ortaya konulur.

Bugün cihad adına dökülen kanların altında, çoğunlukla, bu dört esası bilmemek yatar.

Bediüzzaman modelini çok iyi öğrenmek ve doğru uygulamak gerekiyor. O zaman, cana kıymanın yerini iman kurtarma alacak, kinin yerine acıma geçecek, ‘öldürmedeğil hayata kavuşturmagaye edinilecek ve bundan hem o cihadı yapanlar hem de bütün bir insanlık fayda görecektir.!