TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölüm Yolunda Eğlenme - 3 / Zaman Nehri / Deneme-Hikâye

(Rüştü bey Fikret Beyin yakın arkadaşı Kenan’ın babasıydı. Onun cenaze namazını kılmak üzere caminin bahçesinde beklerken yanına bir ihtiyar zat geldi. Henüz tanışmadan sohbete başladılar. Onun Kenan’ı teselli için söyledikleri Fikret Beyi derinden etkilemişti.)

 

Namazdan sonra Fikret Beyin ilk işi ihtiyarın yanına koşmak oldu. Kendisiyle tanışmak istediğini söyledi. Konuşmalarından çok memnun kaldığını ifade etti ve ekledi:

Akşam taziye evine gelmek isterseniz sizi aldırabilirim. Çok memnum kalırız. Arkadaşım Kenan da çok rahatlardiye düşünüyorum.”

İhtiyar teklifi kabul etti.

Telefon numarasını verdi ve ayrıldılar.

İki saat sonra artık Kenan’ın evindeydiler. Babasını kaybeden Kenan bu evde artık yalnız başına kalacaktı.

Gece geç saatlere kadar Kenan’ın mesai arkadaşları başsağlığı dilemek için geldiler. Ev o gün için bir derece şenlenmişti. Gelenlerin büyük çoğunluğu Rüştü Beyin hastalığını, kaç ay hasta yattığını ve yaşını soruyorlardı. Hiçbir teselli vermeyen bu standart sorular özellikle Fikret Beyi çok rahatsız etmeye başlamıştı. Başka çaresi de yoktu. Kenan’ı yalnız bırakamazdı.

Ertesi gün de Fikret Bey erken saatte cenaze evine vardı. İkinci günde kalabalıklar yerini sükûnete bırakmıştı. Yarım saatte bir kişi ancak kapıyı çalıyordu. Saat 13’ü gösteriyordu ki Fikret Beyin telefonu çaldı. Arayan dünkü ihtiyardı.

Evlâdım,” dedi yaşlı adam, Ben şimdi öğle namazından çıktım. Eve gitmek üzereyim. Arzu edersen dünkü davetine şimdi icabet edebilirim.” Fikret Bey buna çok sevinmişti.

Bey amca,” dedi, Sen camiin önünde bekle, ben hemen geliyorum.”

Kenandan izin isteyerek ayrıldı. Yarım saati bulmamıştı ki ihtiyarla birlikte döndüler.

O sırada Kenan’ın üç arkadaşı daha gelmişlerdi. Birlikte ayağı kalkıp ihtiyara yer gösterdiler. Yaşlı adam kısa bir sessizlikten sonra Kuran’dan kısa bir sure okudu.

Fatiha faslından sonra ihtiyar adam kendini tanıttı. İsminin Mesut olduğunu, Edebiyat mezunu olduğunu, fakat mesleğini icra etmediğini, çocukluk yaşlarından beri büyük ilgi duyduğu yazarlığa yöneldiğini, bir süre değişik gazetelerde köşe yazarlığı yaptıktan sonra kendi köşesine çekilip kitap yazmakla meşgul olduğunu söyledi.

Sonra, Sizleri de tanımaktan memnun kalırım.” dedi.

Tanışma faslından sonra Fikret Bey, Rüştü Beyin son sözlerini Mesut Bey’e aktardı.

Mesut Bey, hayret ve memnuniyetini ifade ederek;

Ben alacağımı aldım. Bu sözleri işitmek benim için büyük bir kazanç ve engin bir mutluluk oldu.” dedi.

Fikret Bey, misafirlere:

Mesut Bey’den, Rüştü amcanın cenaze namazı öncesi çok faydalı şeyler dinledik. Zaman kısa olduğu için istifademiz de az oldu. Kendisini buraya davet ettim. Lütfedip geldiler.” dedi ve Bir sohbet ederlerse çok memnun kalırız.” diye ekledi.

Mesut Bey,

“Ölümden her söz edilişinde rahmetli amcamın ölümünü hatırlarım.” diyerek söze başladı. Genç yaşta beyin kanaması geçirmiş ve hayata veda etmişti. Ben bu acı ölümün derin etkisiyle oldukça sarsılmıştım. Çok sevdiğim bir arkadaşım cenaze dönüşü benimle birlikte evde geldi. Yanıma oturdu:

“Üzüntünü çok iyi anlıyorum. Seni teselli etmek için bir şeyler söyleyeceğime şu kitaptan biraz okumayı tercih ettim.” dedi ve okumaya başladı. Ben okunanları anlayacak halde değildim. Ancak, arkadaşımın iki kez tekrar ederek ve üzerinde vurgu yaparak okuduğu, “Şu mahlûkat izn-i İlâhî ile zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.” cümlesi ruhumda derin izler bıraktı. Bir an ayrı bir ruh iklimine girdim.

Sanki amcam bu nehirde akıp gitmiş de, ben sahilde oturmuş ona üzülüyormuşum gibi bir tuhaflık gördüm göz yaşlarımda.

Halbuki ben de akıyordum.

Onun gittiği yere az sonra ben de gidecektim. İnsan aciz bir yaratıktı. Üzülmemesi mümkün değildi; ama bunun dozunu kaçırmak da doğru değildi.”

Ben bunları düşünürken arkadaşım okumaya devam ediyordu. Ama ben bir noktadan sonra okunanların tamamını kaçırmıştım. Başka âlemlerde dolaşıyor, farklı şeyler düşünüyor, bu düşüncelerime kendimce yorumlar getiriyordum.

Akşam oldu. Arkadaşım beni yine yalnız bırakmadı. Komşular bir şeyler göndermişlerdi. Akşam yemeğini birlikte yedik. Ne yediğimin farkında değildim. Derken komşular, eş, dost taziye için akın akın evimize geldiler. Bu iş geç saatlere kadar sürdü. Artık son ziyaretçiler de müsaade isteyip ayrıldılar. Arkadaşım da kalktı; yarın nasip olursa yine görüşürüz diyerek izin istedi.

Buyrun” dedim. Yakın ilgine teşekkür ederim. Ancak okuduğun kitap bende kalsın. Hemen uykuya geçeceğimi sanmıyorum. Biraz okurum.”

•••

Kitabı karıştırıp arkadaşımın okuduğu kısmı buldum. Yeniden okumaya başladım. Bu defa zihnim Ve emr-i Rabbani ile mütemadiyen istikbalden gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, mâziye dökülür.” cümlesine takıldı. Sanki ben şimdiye kadar bunun tersini düşünmüştüm. İstikbale gittiğimizi sanıyordum. Halbuki eserde istikbalden geldiğimizden söz ediliyordu. Az bir düşünceyle ufkum açıldı:

Amcam şimdi nerede? diye sordum kendi kendime. O artık maziye dökülmüştü. Nitekim bundan böyle ondan söz ederken Benim bir amcam vardı.diyecektim. O şimdi mazi olmuştu. Halbuki daha dün içimizdeydi. Hâl” denilen hazır zamanı birlikte yaşıyorduk.

Daha ötesini bilmeme yaşım izin vermiyordu. Ama hayal, zaman tanımıyordu. Hayalimi kullandım. Bir zamanlar amcamın annesi ve babası yeni evlenmişler ve bir çocuk bekliyorlardı. Amcam o zaman istikbaldeydi. Çünkü henüz dünyaya gelmemişti, yolu bekleniyordu.

Derken istikbalden hâle ayak bastı, dünyaya geldi.

Ve şimdi artık mazide.

Ben de zaman nehrinde maziye doğru durmadan akıyordum.

Sonra zihnimde şimşek gibi bir fikir çaktı:

Bunlar bu dünya hayatını süren bizler için geçerli. Ancak, kabre göçtüğümüzde artık dünya tümüyle mazi olacak ve biz karşımızda yeni bir istikbal göreceğiz:

Dirilme, mahşere çıkış, hesap verme ve inşallah cennet.

Hayret! diye söylendim kendi kendime. İstikbalden gelip sonunda mazi olan bir yolculuğun önüne yine istikbal çıkıyor ve böylece istikbalden başlayan yolculuk yine istikbale doğru sürüp gidiyordu.

Yıllar sonra bu hayretimin cevabını Risale-i Nur Külliyatından şu cümlelerde bulacaktım:

Zaman haddi müstakim üzere hareket etmiyor.”

Hadd-i müstakim, düz bir hat, yani doğrudemektir. Zamanın hareketi bir doğru üzerinde olsa, o zaman bir defa uğradığımız bir menzile artık ebediyen tekrar uğrayamazdık. Halbuki, dünya dönüyor ve zamanın hareketi de bir daire üzerinde cereyan ediyordu.

Onun içindir ki, geride bıraktığımız yaz mevsimine bir yıl sonra yine ulaşıyorduk.

Geceleri yine gündüzler takip ediyordu.

İşte istikbalden başlayan yolculuğumuzun yeniden istikbale yönelmesi de bunun gibiydi.

Kitabın yapraklarını karıştırmaya başladım. Ölümün tarifi çıktı karşıma.

Mevt, idam değil tebdil-i mekândır.”

Ölüm yokluk değildi, yer değiştirme idi. Aklım yine önceki cümlenin sonuna takıldı: Maziye dökülme ...

Mazi bir denize benzetilmişti. Zaman ise bir nehre. Bu nehirde akanlar bir süre sonra gözden kayboluyorlardı. Ama çok iyi biliyorduk ki onlar yok olmuyorlar, bir denize dökülüyorlar.

Demek ki, kabir âlemi yoklukdeğildi; bir denizdi. O denizde kimler yoktu ki?!.. Âdem peygamberden beri bu dünya nehrinde akanların hepsi şimdi o denizdeydiler.

Bunları düşününce ruhumda büyük bir rahatlama hissettim. Amcam şimdi onlarla beraberdi.

Ben dar bir nehirde akarken, o geniş deryaya kavuşmuş amcama acıyordum. Ne kadar garipti değil mi?

O gece, daha önce hiç düşünmediğim bu ve benzeri şeyler zihnime ardı ardına sanki hücum ettiler. Gece boyunca yepyeni şeyler düşündüm. Sanki amcamın ölümüyle ben dirilmiştim.

Aradan yıllar geçti. Daha sonra o cümleleri defalarca okudum. Şimdi büyük kısmı ezberimde. Ama o hazzı, o ilk andaki etkiyi artık yakalayamıyorum.”

Mesut Bey, bir süre sessiz kaldı. Bakışlarını belli bir noktaya dikmiş bekliyordu. Bir şeyi hatırlamak istiyor gibiydi:

Sonunu şimdi hatırlayamadığım şu cümle de beni çok düşündürmüş ve ruhuma büyük bir teselli kaynağı olmuştu:

“Çekirdeğin mevti sümbülün mebde-i hayatıdır.”

Bir ölümün bir başka hayata başlangıç olması, harika bir gerçekti.

Akşam olunca güneş batıyor, ama yıldızlar doğuyordu. Bir ölüm bir dirilmeye başlangıç oluyordu.

Sabah olunca da yıldızlar kayboluyor ve güneş boy gösteriyordu.

Hadis-i şerifte Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyrulmuyor muydu? İnsanın tarladaki işini tamamlayıp köye dönmesi de yeni bir hayatın başlangıcı değil miydi?

Ahiretin tarlası olan bu dünya, aynı zamanda bir imtihan meydanıydı. İmtihanın sona ermesi de yeni bir dönemin başlangıcı olmuyor muydu?

Toplum hayatımızda da bunun birçok örneğini yaşamıyor muyduk? Lise son sınıftan sonra üniversitenin ilk sınıfına geçiliyordu. Bir son, bir başkasına başlangıç oluyordu. Böyle nice nöbet değişimleriyle sürüp giden hayat, sonunda yerini ölüme bırakıyor ve bu dünya hayatından ayrılan ruh kabir âlemine ilk adımını atıyordu.

Anne rahminde de benzer olaylar yaşamıştık. Nutfedevri bitince alakadevri başlamış, onun sona ermesiyle mudğaya geçilmişti. Böylece altı devre geçiren insan tohumu, sonunda kemale ermiş ve bu eriş, rahim hayatının da sonu olmuştu.

Dünyaya geldiğinde yeni bir hayata ilk adımını atmıştı.

İşte bu gerçeğin en önemli bir halkası da ölümle ortaya çıkacaktı. Dünya hayatının sona ermesi kabir hayatının başlangıcı olacak, onun son bulması da mahşere çıkışa ve ahiret hayatına bir başka ilk olacaktı.

Organlarımızı teşkil edecek hücrelerin ilk tohumları sebzeler, yahut meyveler âleminde atılırken bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu. Çünkü henüz biz ortada yoktuk. Cansız elementler yarım bir hayata kavuşarak gıda maddesi haline geliyor, babamızın o gıdaları almasıyla da onun sülbünde ilk temelimiz atılıyordu.

Demek oluyor ki, cansız elementler bir terakki geçirerek bitki olmuşlar, terakki devam etmiş ve insan tohumu teşekkül etmişti. Bu gelişme ana rahminde de devam etmiş ve o karanlık menzilde annemizin bilgisi ve iradesi dışında bize organlar yerleştirilmişti. Her biri bu dünyada kendisinden faydalanmamız için gerekli en uygun şekli almış, en faydalı yere konulmuştu. Bunları kullanacak olan ruh da görme duygusundan, işitmeye, akıldan hafızaya, sevgiden korkuya kadar nice manevi cihazlar ile donatılmıştı.

Böylece dünyaya adım atan o bebek, yeni bir hayatın birinci sınıfından yukarılara doğru ilerletilmiş, çocuk olmuş, genç olmuş, ihtiyar olmuştu. İhtiyarlıkta bedenin yıpranmasına karşılık ruh, daha bir olgunlaşmış, her geçen gün yeni şeyler öğrenmek, yeni hayırlar ve sevaplar işlemekle amel defterinin hayır hanesini gittikçe zenginleştirmişti.

İşte bu terakki yolculuğu ölüm ile son bulamazdı. Ölüm hiçlik olamazdı. Şayet olsa, o zaman bütün bu gelişmeler hiçlik için olurdu. Akıl buna kesinlikle evet demediği gibi, kalp ve vicdan da böyle bir sonuca razı olamazlardı.

Bir ömür boyu aynı noktada kalan, bilgisine ve görgüsüne yeni bir şey eklemeyen bir hayvanla, son nefesine kadar yeni şeyler öğrenen insan arasındaki büyük uçurum nasıl izah edilecekti?

Bu gelişme, bu doruk nokta yeni bir hayatın başlangıcı olmalıydı.

Bu düşünceler beni aynı eserde geçen,

Kabir ise zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli âlemlerin kapısıdır.” gerçeğine ulaştırmış ve kalbim şu anda ifade edemeyeceğim mükemmel bir huzur iklimine girmişti.

Mesut Bey derin bir nefes aldı:

Herhalde,” dedi, Sözü biraz uzattım. İnsan geçmiş zamana bir daldı mı geri dönmesi kolay olmuyor. Özür dilerim.”

Fikret Bey,

Ben bu yolculuğun biraz daha uzamasını isterdim. Gerçekten çok faydalı şeyler dinledim. Sizin ruh halinizi aynen yaşamasam bile, o atmosferden birkaç nefes olsun aldım ve rahatladım.” dedi.

Ama Mesut Bey artık maziden dönmüştü. Yeniden aynı konuya dönmek istese bu bir zorlama olacaktı. Her şeyin tabii seyri daha güzeldi. Anlatacak daha çok şeyi vardı, ama sözü burada noktalamayı tercih etti.

Gerekirse yine konuşuruz. Şimdilik bu kadar yeter sanıyorum.” dedi ve ekledi:

Madem maziye gittik. Bütün geçmişlerimizin ruhlarına bir Fatiha okuyalım.

(Devam edecek)