Yolumuz ıraktır canlar... Nice öncesinin, Üsküdar’ında, bir Ramazan akşamıdır. Karakış hükmünü icra etmektedir. Daracık sokak aralarında kar, diz boyunu çoktan aşmıştır. Seyrek aralıklarla yanan kandillerin soluk ve titrek ışıkları altında, uzun asasına dayanarak yürümeye çalışan bir piri fani… Gücünü yitiren tipinin önünde, kâh düşerek karlara, kâh dikelerek iki büklüm, bir hacet kapısına varmak umudundadır…
O kapı ki, Doğancılar Türbe Sokak’ta bir Mevlevî şeyhinin dergahıdır…
İftar vaktine bir saat kadar zaman vardır… Şeyh Hazretleri o akşam ziyadesiyle yorgun hissetmektedir kendini… Müritlerine der ki:
“Her kim ki iftar vakti kapımıza gelende geri çevrilmeye, Allah ne verdiyse aşımıza ortak edile. Bize gelince, bir yudum su, iki zeytinle orucumuzu açıp, namazı eda edip yatsıya kadar uzanmak dileriz.”
Etek öper çekilir müritler. Kısa zaman sonra ağır tahta kapının demir tokmağı üç dört kere vurulur. Açılan kapıdan anında yel dolar içeri, ardından, dolağından sakalına aka durmuş ihtiyar bir can görünür…
“Tanrı misafiriyim.” der, “Şeyh Hazretleriyle iftar etmeye geldim.”
Hemen buyur edilir. Üstü başı kardan silkelenir. Ocağın önüne bir post atılır. Çok az kalmıştır iftara. Kemal-i nezaketle izah olunur ki, Şeyh Hazretleri bu akşam keyifsizdir. Orucunu yalnız açacaktır…
İhtiyar bir derin bakar, soluklanıp belini doğrultur, gocuğunu, asasını alır. Girdiğince, tahta kapıdan sessiz ve karlı ve fırtınalı ve karanlık gecenin karasına karışır. Gider, gider, gider…
Tam bu esnada garip bir düş görmektedir Şeyh Hazretleri…
Düş müdür, kabus mudur belirsiz… Acıkmış, susamış, bir çölün ortalık yerindedir… Tükenmiştir dizlerinde derman… Say ki ölüme ferman… Umudu yitik, gücü bitiktir ki, toz dumana belenir her yer… Siner, feri kaçmış gözlerini kısar, bakar çölün sarı sıcağına… Bir toz bulutu yaklaşmaktadır… Yaklaştıkça büyür çoğalır, öylesine çoğalır ki çölün güneşi solar atlının ışığı yanında... Hazret-i Ali’dir uçar gibi gelen… Atar fakir canını Şeyh Hazretleri çatal ağız Zülfikar’ın önüne:
“Nerden gelir, nereye gidersin yâ Ali? Nedir bu acelen Allah’ın sevgili kulu?”
Durmaz Hazret-i Ali, cevabı çölün derinliklerinde yankılanır:
“Üsküdar’daki Mevlevî dergahında bir garibin gönlü kırılmıştır… Onu tamire gideriz…”
Uzandığı sedirden can havliyle doğrulur Şeyh Hazretleri…
Bir nefeste olanları öğrenip kapıya koşar… Olanca şiddetiyle yağan karın altında, çılgın gibi yola koyulur… Bir yandan da haykırmaktadır, nefesi yettiğince, gücü erdiğince:
“Dur… Allah aşkına dur, erenler adına dur, Resulün kanaati, Rabbimin şefaati adına dur…”
Bir gölge durur uzak kandillerin altında…
Dergahı az önce terkeden piri fani döner bakar, sağ omzunun üzerinden…
Gözlerinde kırılmış yüreciği parıldar…
Dudakları hafifçe kımıldar:
“O rüyayı görmeden gerekti, Şeyh Hazretleri!”
(Ali Cağaloğlu. 1930’da İstinye’de doğdu. Tiyatro ve sinema sanatçısı. İstanbul’da Cağaloğlu semtine adını veren, Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı ve sadrazamı olan Cağaloğlu Rüstem Paşa’nın torunu. Bir bakıma son Cağaloğlu. Bu yazı, Ali Cağaloğlu’nun “Cağaloğlu Beyoğlu” adlı hatıra kitabından alınmıştır.)